NURİYE GÜLMEN VE SEMİH ÖZAKÇA ‘ÖRGÜT TALİMATI’ İLE DEĞİL TARİH VE SINIF BİLİNCİYLE DİRENDİ;
ÇÜNKÜ DİRENMEK BİR HAK
DİRENMEK BİR ZORUNLULUK
DİRENMEK, HAK ARAMA VE HAK ALMA BİLİNCİNİN EN ÜST SEVİYESİDİR!
KAZANAN HER ZAMAN VE YALNIZ DİRENİŞTİR!
AKP faşizminin OHAL saldırılarına, direnme hakkına yönelik saldırılara karşı bir anıttı Yüksel Direnişi. O anıtı bedenleriyle yükselten iki eğitimciyi, Nuriye ve Semih’i pişman etmek, ıslah etmek, direnişten vazgeçirmek için zulüm üstüne zulüm uyguladı AKP.
İlk duruşmalarına 2 gün kala, 12 Eylül 2017’de avukatlarına yönelik operasyon yaparak Halkın Hukuk Bürosu avukatlarını tutukladı. Ancak Yüksel Direnişi’ni ve direnişin meşruluğunu savunmak için yüzlerce müdahillik başvurusu vardı. Buna rağmen 3 avukatla sınırlamaya çalıştı savunmaları.
Nuriye’yi “sağlık durumu uygun değil” diyerek duruşma salonuna getirmedi. Buna rağmen söylemek istediklerini söyledi dünya halklarına. Semih, Nuriye’nin savunma hakkına yönelik saldırıyı ve süreç boyunca uygulanan baskıları teşhir amaçlı kullandı kürsüyü.
Sonuç olarak; onlar mahkemenin talimatla karar vereceğini, adil yargılanma haklarının gasp edileceğini ve keyfi olarak cezalandırılacaklarını bilerek; direnişi ve direnme hakkını, yine direnişlerinden aldıkları güçle savundular.
Yalnız Kanun Hükmünde Kararnamelerle ihraç edilen kamu emekçilerine değil, adaletsizliğe uğrayan tüm dünya halklarına umut olmak için konuştular. Evet umutlarını, zorla müdahale işkencesi altında bile yitirmiyorlardı; çünkü Adalet Savaşçısı Ebru Timtik’in dediği gibi “yalnızca direnenler umutludur” ve onlar direnişin verdiği umutla büyüyor, güçleniyor, umut oluyor, güç veriyorlardı.
Nasıl direniş kararı aldıklarını, neler yaşadıklarını, gördükleri zulümleri, emperyalizme ve faşizme karşı kinlerini, direnmenin verdiği güçle faşizmi nasıl ezdiklerini, kendi savunmalarından okuyalım.
NURİYE GÜLMEN
“Oraya Tek Başıma Çıktım; Ama Ben Orada Yalnız Kalacağımı Düşünmedim.
Oraya İnsanların Geleceğini Biliyordum. Çünkü Tarih Direnişlerle Dolu.
Direnen Emekçilerle Dolu. Orada Hiç Yalnız Hissetmedim.
Tarih Boyunca Direnen Emekçileri Hissettim Yanımda.
Orada Tarihsel Haklılığımla Oradaydım.”
“… Elmas Yalçın Kurultayı’na katılmışız. Elmas Yalçın Kurultayı’na katılmak suç mu? Elmas Yalçın yasal bir sendikanın kurucusu. Meşru mücadele veren ve aktif siyasal eylemler yapan bir önder. Örgüt üyesi ilan edildi durduk yere. KESK gibi sendikalar, fiili meşru faaliyetler yürütebiliyorsa Elmas Yalçınların mücadelesi sayesindedir…
Mahkûm koğuşuna getirildim şimdi refakatçi verdiler. Niye verdiler? Sözde bizi kurtaracaklar ya, bilinç kapanması durumunda müdahale edecekler ya. O sürecin devamında böyle yer değiştirdim. Her ortamda zor koşullardaydım.
Hüküm verecekler; ama bu hüküm onlara ait değil. Bu iktidara ait bir hüküm.
Sanki biz gerçekten yargılanıyormuşuz gibi, sanki kendileri samimiyetle dinleyip karar verecekler gibi mahkemeler kuruldu. Şu an, bir yargılama yapılıyor gibi görülüyor. Yargılandığımıza ikna için kuruldu bu mahkeme.
Bu karar onlara ait olmayacak. Nereden mi biliyoruz? Kitapçıklar yayınlandı, yazılar yollandı. Ama yargı bir şey yapmadı. Bu meslek onuruna aykırı. Bağıra bağıra “terörist bunlar” diyecekler, yargılama devam edecek ve siz “ya dur ben hüküm vermedim” demeyeceksiniz, öyle mi? Bu sizin kararınız olmayacak!
Ben oraya gelmek için ölümü bile göze almıştım. Sanki ben sorumlusuymuşum gibi bunu üstlendim; ama ben getirilmedim. Yine de konuşuyorum.
Tarihi bir duruşmada benim de söyleyeceklerim olsun diye konuşuyorum burada. Ben size olan inancımı yitirdim. Benim söyleyeceklerimin sizin nezdinizde hiçbir önemi yok. Ben yine de konuşmak istiyorum.
Ben kime konuşmak istiyorum? Ben bir sözümün bile ulaşacağı halkımız için konuşmak istiyorum. Dünyanın bir ucundaki çocuk bana mektup yazdı. Onun için konuşacağım. Dünyaya hitap ediyoruz, dünya nezdinde söyleyeceklerimin değeri var. Ben onlar için konuşmak istiyorum en çok. Şiirler söylemek istiyorum. O çocuğa umut ışığı olmak istiyorum.
Ben, adalete aç bırakıldığımda neler yapabileceğim üzerine çok düşündüm. Eskişehir’de barış akademisyenlerine yönelik haksızlıklar olduğu zaman da sendikada ya da insanlarla “bir şey yapmalıyız, bir haksızlık var ne yapmalıyız” diye çok kez konuştum.
Yüksel Caddesi’ne beni götüren, hocalarımın yaşadığı haksızlıkları görmüş olmamdır. Ben Yüksel’de ilk o alana çıktığımda, Semih’in dediği gibi rahatlamış hissettim. Yani ben buna karşı bir şey yapmazsam nasıl hayatıma devam edeceğim, hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam mı edeceğim?
Eylemin 9. günüydü ve ben 2 yaşındaki Kübra bebeğin açlıktan öldüğünü öğrendim. Gözlerim doldu. Ve ben dedim ki “bugün Kübra bebek için de o alana çıkacağım. Evet, Kübra senin için de ben slogan atacağım.”
Ben alandayken de her gün gazete okuyordum. Haber takip ediyordum. Dilendirilen, açlıktan ölen çocuklar, yoksul aileler… Hep bu haberlere rastlayıp üzülürdüm. Ama bilirdim. Bugün Kübra bebeği açlıktan öldüren şey ile bizim haksızlığa uğradığımız koşullar birbirinden bağımsız değil. İşten atılınca nasıl olur biliyor musunuz? Sabah uyanıp artık işe gitmeyeceğini anlarsın ve hayat bir şekilde devam eder. Kanıksarsın.
Ama ne oldu biliyor musunuz?
Ben alana çıktığımda haksız yere işimden atıldığımı her gün tekrar hatırladım. Her gün attığım sloganlar hatırlatıyordu haksız yere işimden atıldığımı. 388 gün boyunca her an aklımdaydı haksız yere işten atıldığım. Belki eksi yedi derecede Yüksel’de otururken kimse bunu bilmiyordu ama biz biliyorduk. 388 gün önce işinden atılmış başka insanlar için hayat devam ediyor belki. Onlar haksız yere işlerinden atıldıklarının Farkında değil, unuttular. Yargılamak için söylemiyorum; ama bu bir tercih.
AKP bir dönüşüm yapmaya çalışıyor. Bütün emekçilerin haklarını almak üzerine çalışıyor. Bugün KHK ile daha az insan işinden atıldıysa bu bizim sayemizde. Bunun haksızlığını anlattı direniş ve KHK’lar seyrekleşti.
Sevgili dünya halkları, kamu emekçileri…
Bugün KHK’larla işlerinden atılanlara destek vermezsek bugün iş güvencemiz olmayacak. Tayyip Erdoğan açıkça ifade ediyor zaten. Herkesi “çalışan” şeklinde birleştireceğiz diyor. Bu artık işimiz olmayacağı anlamına geliyor.
Ya gerçekten köleliği kabul edeceksiniz ki yine işinizin garantisi olmayacak, ya da böyle koşullarda çalışmak zorunda kalacağız.
Direniş bizim direnişimiz; ama bütün emekçiler için yaptığımız bir direniştir. Biz o alana çıktığımızda bunları da anlattık. AKP bunun devamını getirecektir. Haklarımızı elimizden alıp bir temizlik yapmaya çalışıyor. OHAL ve KHK’lar devam ediyor; ama daha başka saldırılar da oluyor. Bizim topyekün direnişler yapmamız gerekiyor. İş güvencemize, haklarımıza sahip çıkmamız gerekiyor. Oraya tek başıma çıktım; ama ben orada yalnız kalacağımı düşünmedim. Oraya insanların geleceğini biliyordum. Çünkü tarih direnişlerle dolu. Direnen emekçilerle dolu. Orada hiç yalnız hissetmedim. Tarih boyunca direnen emekçileri hissettim yanımda. Orada tarihsel haklılığımla oradaydım.
Semih gitar çalmak istediğinde gelmişlerdi. ‘Gitar çalamazsın’ dediler. Gitar emanet olduğu için gitarı verdik, aslında saldırmaları için bir sebep yoktu, o gün mesela çok şiddetli saldırdılar. Anlatmak istiyorum. Biz beş kişi türkü söyleyip halay çekiyorduk, etrafımızı çevirdiler ve nasıl olduğunu bile anlamadan bir çevik beni alıp yere attı. Yüzüstü düştüm. Burnum kırıldı. Ve etrafımdaki çevikler benim yüzüme çok yakın mesafeden gaz sıkıp tekmelediler. Bir grup polis “direnme” diyerek beni tekmeliyorlardı. Burnumun kırığından daha çok acıtmıştı o biber gazı. Çok yakındı mesafesi.
Boynumu tutup yere bastırıp tekmelediler. Ve boynumu bükerek gözaltı aracına kadar götürdüler. Araçta Semih’in bacaklarının kırılacak şekilde tutulduğunu gördüm. Ve başka insanlar da gözaltındaydı. Neden saldırmışlardı? Keyfiydi, gitar ortadan kalkmıştı. Ama canları istedikleri zaman gözaltına almaya karar veriyorlardı bizi. ‘Pankart açılmayacak’ diyorlar gözaltına alıyorlardı. Neden?
OHAL’in en çok hissedildiği zamanlarda biz vardık. Bize dayak atsalar da biz yine oradaydık. Biz yine çıkıyorduk o alana. Akşam gözaltına alınıp yine geliyorduk. Aksayarak, kolumuz kırık geliyorduk ama geliyorduk. Çünkü biz şunu biliyorduk. O acılar yaralar geçer… Onurumuza zarar gelmesin.
Aklıma şey geliyor. 58’e kadar çözülür herhalde diyorduk Semih’le. İkimizin de “ben şuraya kadar dayanırım” dediğimiz limitin üstünde bir şey 268 gün. Bu 268 gün saldırılar sayesinde oldu. Biz, onlar saldırdıkça daha çok direnişe tutulduk, ben tecrit hücresinde olmak istemem. Bunu kimse istemez. Bu koşullar altında olmayı kimse istemez.
Burada bile açlık grevine devam etmek insanın kendisiyle alakalı. Biz Semih’le “tutuklanırsak devam eder miyiz?” diye müzakere etme gereği bile duymadık.
Çünkü elbette devam edecektik. Emindik.
Bir yalnızlaştırma var. Ama ben bu saldırılara rağmen açlığa tutunuyorum. Açlığa tutunmak nedir bilir misiniz? Açlığınız yüzünden saldırıya uğrayacaksınız, tecrit hücresinde olacaksınız; ama açlığınıza tutunacaksınız. Zaferin açlığınızla geleceğine inanacaksın Açlık grevinde olmak böyle bir şey. Bu hücrede yalnızlaştırılmaya çalışılsam da açlığıma tutundum. Numune’de uğradığım saldırılar çok ciddi saldırılar; ama güçlüyüm…
Ve bugüne geldik. Direnişe devam ettik. Biz Semih’le ne olursa olsun direnişe tutunuyoruz. Ben kendimi bu kadar güçlü ifade edebiliyorsam, bunu direnişe borçluyum. Ben 1 senede değiştim. Ben 1 sene önceki halimden farklı bir insana dönüştüm. Farklı insanlarda da bu etkinin olduğunu biliyorum. Hiç baş eğmemek, direnmek sağlıyor bu gücü.
Hiçbir şey yapmadan hayatıma devam edebilirdim. Evet, bu alternatifim vardı ve bu anne babam için de daha tercih edilesi bir şeydi hiçbir şey yapmamam. Ama diyorum ki iyi ki bu noktadayım. Ben başlamasaydım başka bir insan olacaktım.
Biz tarihe bir not düştük. Gelecek kuşaklar bunu soracaklar. Böyle bir direniş olmuş diyecekler. Kendi hikâyemizi yazabilmeliyiz. Evet, OHAL var; ama bu bizim hikâyemiz olsun. Bir mum olun… Bir mum da olsanız en azından kendi ışığınızı görürsünüz. Biz bir mum olduk. Gelecek kuşaklar bunu soracak. Akılları almayacak, “bu olmuş mu” diyecek.
Gazetelerin kapatılması, bir gecede insanların işlerinden atılması… Çok korkunç şeyler olarak anlatacak bunları tarih. “Peki, ne olmuş sonunda?” dediklerinde bir mum olmayı ilke edinmiş insanlar olarak belireceğiz.
Anadolu halkı ekmek kavgasının ne olduğunu çok iyi bilir. Ben de çok iyi anladım.
Biz halkın içinde yerimizi aldık. Vicdanımız rahat, içimiz rahat.”
SEMİH ÖZAKÇA
“Bizim Sınıfımız Ezilen ve Sömürülenlerin Sınıfıdır.
Biz Ekmek ve Adalet için Mücadele Ederiz. Kendi Sınıfımızın Bilincindeyiz”
“Tarih, bir adaletsizliği ve hukuksuzluğu daha sayfalarına yazıyor. Ezilenlerin sıklıkla karşılaştığı bu durumu; ekmeğinden, aşından edilmiş bir öğretmen olarak ben de yaşıyorum. Hukuk diyerek yutturulmaya çalışılan bu davanın eliyle hukukun katledildiğini, hukukun cinayetini bizzat kendi gözlerimle gördüm, önce yerde inim inim inledi, sonra sessiz sedasız can verdi. Daha önce de haberlerini alıyorduk hısım akrabalarının nasıl ayaklar altında çiğnenip katledildiğini; şimdi ise bir cinayete ancak bu kadar yakından tanıklık edilir diye düşünüyorum.
Neden mi böyle başladım sözlerime? Olayın küçük bir bölümünü anlatayım.
İşime geri dönme talepli başladığım açlık grevinin 75. gününde işkenceyle gözaltına alınmamızın ardından polisler tarafından abluka altına alınan adliye koridorlarına getirilip, daha sonra alınan savcılık ifadesinin ardından savcının kararını beklemeye başladığımız an yaşandı, cinayetlerden biri. Bu gözler savcının karar verme aşamasında siyasi polis amirinin savcının odasına girip kendilerine çay söyleyip 1 saate yakın konuştuklarını gördü. O an polis ve savcı işbirliğiyle cinayet işlediler. Sahi cinayet işleyen “herkes” yargılanıp ceza alıyor mu mahkemelerinizde? Yargılanıyorsa, beni tanık olarak yazın…
Bu ülkenin halkına hâkim kararıyla daha tutuklanmadan birileri tarafından tutuklanma kararı veriliyor ve bunun adına, talimatı uygulayanların dilinde; “emir büyük yerden, yukarıdan talimat var” deniyor. Sırtınızda afili yargıç cüppeleri, millet adına karar vereceksiniz. Vereceğiniz kararı çoğu yargıç gibi talimatlara uyarak, kuklalaşarak vermeyeceğinizi umarım. Sahi;
Çoktan kırmadınız mı kaleminizi?
Kesmediniz mi cezanızı?
Hükmünüzü vermediniz mi?
Kurulan bu sahne niye?
İçindeki oyuncular, karşımda cüppelerinizle sizler, oyuna baskı ve zorbalıkla dâhil edilen bizler… Elinizdeki iddianame; senaryonuz. Kimin için sergilenecek bu tiyatro?
Cevaplar açık: Egemenlerin kurduğu bu sahnelerin amacı; yine yeniden onları memnun etmek olacak.
Mahkemenizden adaletin çıkmayacağı gerçeğinin kanıtı şu ana kadar yaşadığımız hukuksuzluk, adaletsizlik, pervasızlık, daha da ilerisi keyfiyetin hâkim olduğu kuralsızlık silsilesidir. Şimdi sizler ‘kendinizi savunun’ mu diyorsunuz?
Hiç kimse benden bu adaletsizliğe ve hukuksuzluğa boyun eğip aman dilememi beklemesin. Hakkı ve doğru düşünceyi söylemekten, yapılması gerekeni yapmaktan vazgeçmeyeceğim. Ben yine düşündüğümü yapıp yaptığımı savunacağım. Dolayısıyla burada anlatacaklarım; daha en başından, tarihsel olarak hükümsüz olan bu siyasi davanın kanıtsız, dayanaksız suçlamalarına karşı yapacağım bir savunma olmayacak. Savunma yapması gerekenler, ufak bir açıklama dahi yapmadan koltuklarında oturan AKP iktidarı ve onların suç ortaklarıdır. Onlara soruşturma açmaya bile cesaret edemeyen savcılar ve hâkimler halkın hak alma eylemlerine suç unsuru olmadan talimatlarla yargılamaya, bizleri terörize etmeye çalışmaktadırlar. İşte bu gerçekler apaçık ortadayken bu davayı neresinden tutarsanız tutun elinizde kalır…
Tersini düşünmek bana mümkünmüş gibi gelmiyor ki aksini söylemek için hiçbir neden bulamıyorum…
Emeğimle, onurumla ekmeğimi kazanan bir sınıf öğretmeniyken önce ekmeğim elimden alınarak terbiye edilmeye çalışıldım. AKP iktidarının işinden attığı binlerce kişiden, ekmekle terbiye etmeye çalıştığı milyonlarca kişiden sadece birisiyim. Bu durum kabullenilir bir durum değildi ve ekmek kavgamı bu defa çalınan ekmeğimi hırsızların tok dişlerinden tekrar alabilmek için direnerek sürdürmeye devam ettim. Direnmenin, karşı gelmenin bedellerinin her birini yaşadık. Aylardır halkın gözlerinden kaçırılıp rehin alındık, tutsak edildik. İşten atılmamızın ve tutuklanmamızın nedenini anlayabilmek için halkların ve emekçilerin tarihine bakmak gerekir. Çünkü yapılan baskı, sömürü ve bunlara karşı gerçekleştirilen direniş, mücadele; birer sonuçtur. Bu sonuçların nedenleri ancak tarihsel gerçeklerle görülüp kavranabilir. Bu nedenle tarihsel olayları ve gerçekleri incelemek gerekir.
“Tarih sınıf mücadelelerinden ibarettir”
Ekmek, Adalet ve Özgürlük Mücadelesinde Halkın Aydını Olarak Tarihteki Yerimiz
“Tarih sınıf mücadelelerinden, savaşımlarından ibarettir.” diyordu Marks.
Halkımızın ve dünya halklarının geçmişten günümüze, egemenler tarafından maruz bırakıldığı sömürü ve ezme politikalarının daha fazla kar sağlama, daha fazla mülk edinme hırsıyla, azgınlaşarak sürmesinin temelinde; egemenlerin kendi sınıfından olmayanı sindirerek, kendi sınıfına hizmet edip, iktidarının ve sistemin devamlılığını sağlama ve onu koruma çabası vardır. Bu çaba aç bırakılan, her türlü haklardan mahkûm bırakılmış halkların isyanlarına, direnişlerine neden olmuştur.
Sınıf savaşları özel mülkiyetin ilk kez ortaya çıkmasının ardından, sınıflı toplumların oluşmasından bu yana süregelmiştir. Bu savaşın iki ordusu vardır. Küçük bir azınlık olan ezen ve sömürenler; çoğunluk olan ezilen ve sömürülenler.
Dünden bugüne bu savaşın temel olarak amacı hiç değişmemiştir. Ezenler daha fazla kar elde etmek için halkın emeğini çalarak, onun üzerinden refah içinde iktidarını korumak isterken, büyük çoğunluğun amacı ise bu adaletsizliğe bir son vermektir ve bunun için direniyor, mücadele etmeye devam ediyor.
Bizim sınıfımız ezilen ve sömürülenlerin sınıfıdır. Biz ekmek ve adalet için mücadele ederiz. Kendi sınıfımızın bilinciyle tarihe baktığımızda diyebiliriz ki:
Tarih; ekmek, adalet ve özgürlük mücadelesinden ibarettir.
Bu mücadelenin kazananının kim olacağını tarihi ve siyasal haklılık ve gerçeklik bizlere gösterir:
Ezilen ve sömürülenler pek sık başarısız olsalar da sonunda mutlaka kazanırlar.
Bu Sınıf Mücadelesinde Halkın Aydını ve Öğretmeni Olarak;
İlk sınıflı toplum olan köleci toplumda; ezenlerin soyundan gelip ezilenleri savunarak: “Bütün anlaşmazlıkların ve savaşların kaynağı olan zenginliği istemiyoruz, istediğimiz sadece özgürlüktür.” diyerek direnen ve katledilen Katilina’yım. Ezilenlerin ezenlere karşı giriştiği ikinci büyük özgürlük ayaklanmasında “Spartaküs”üm. Firavun’a karşı Musa, çarmıha gerilen İsa; “Aç kalmak, alçalmaktan bin kat iyidir.” diyen Ebuzer’im.
Anadolu’da Baba İshak; “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” diyerek diz çökmeyen, boyun eğmeyen Pir Sultan’ım. “Yarin yanağından gayrı her şeyde, her yerde hep beraber diyebilmek için ortakça bir düzen için mücadele edip, eşit bir düzen istediği için asılan Bedreddin’im. Ağaların karşısına dikilen İnce Memed’im. 1525 yılı Almanya’sında zulme isyan eden Thomas Münzer’im. Sömürünün ve açlığın en azgın düzeni; kapitalizmde; Fransa’da, “Tüm dünyadan kardeşlerimiz kanımız özgürlüğümüz için akıyor. Zaferimiz zaferinizdir. Ayağa kalkın! Şafak vaktidir…” şiarıyla; Afrikalısı, Arap’ı ve Türkü’yle birleşip özgürlük için savaşan Paris Komünarı’yım. Oy hakkı ve diğer hakları için mücadele eden İngiliz Sufrajetleri’yim, Hindistan’da İngilizlere karşı bağımsızlık ve sömürüsüz bir ülke yolunda idam edilen Bhagat Singh’im.
Filistin intifasında, İsrail siyonizmine ve onun zulmüne karşı dövüşen “Filistinli”yim; ABD’de ırkçılığa ve katliamlara karşı Kızılderili’yim, Kara Panter’im. Avusturalya’da; yaşam mücadelesi veren Aborjin, Afrika’da açlıktan kemikleri sayılan kurtuluş neferiyim. Latin Amerika’da Simon Bolivar’ım, Pancho Villa’yım.
İrlanda zindanlarında açlık greviyle direnen, “Bizim de günümüz gelecek” diyen Bobby Sands’im ve dünyanın her bir köşesinde haksızlığa ve adaletsizliğe uğramakta olan, ekmek ve onur için mücadele eden her kim varsa ben oyum. Yani ben; Spartaküslerden sahabe Ebuzer’e, Pir Sultanlardan Bedreddinlere, Paris Komünarlarından Bobby Sandslere geçmişten günümüze kadar zulme ve’ zorbalığa karşı “direnme hakkı”nı kullanarak bedeller ödeyenim.
Tarihin birçok zamanında yaşayan bu örnekler incelendiğinde görülecektir ki egemenler, kendi politikalarını zulmün üzerine kurup halkı ezerler ve buna karşı gelinmesine tahammül göstermeden, politikalarına karşı gelen küçük-büyük her hareketi şiddet ve zorbalıkla bastırmaya; haklarını arayanları sindirmeye çalışarak bütün halka gözdağı verip halkı teslim almaya, egemenliklerini ve zenginliklerini ne pahasına olursa olsun korumaya çalışırlar.
Tekrar edecek olursak; tarih egemenlerin katliam, baskı ve sömürüsüne karşı; halkın başkaldırı, direniş ve mücadelesiyle süregelmiştir. Bu tarih “ekmek kavgasının” tarihidir. Dolayısıyla ben devrimci-demokrat bir eğitimci olarak bu kavgayı veriyor; kendimi tüm ezilen ve sömürülenlerin safında görüyorum. Bu tarihsel ve sınıfsal bilinçle diyorum ki: Bizim yaşadığımız zulüm yeni icat olmadı, sömürü var oldukça da bitmeyecek. Lâkin direnişler de bitmeyecek. Bu zulmün sürdürücüsü bugün emperyalist kapitalizmdir. Günümüz sermayedarları ve iktidarları salt kendi çıkarları için bu zulmün uygulayıcısı oluyor, buna karşı emekçiler çok ağır bedeller ödeyerek zulme karşı direniyorlar.
Bugün Türkiye ABD emperyalizmine ekonomik, siyasi ve askeri bağımlılıkla, ABD’nin yeni sömürgesi olarak AKP aracılığıyla tüm halkı baskı altına alıp halkı sömürmekte; işinden, ekmeğinden etmektedir.
Halkın Aydını ve Öğretmeni Olmak
Halk aydını sadece eleştiren ve bir konu hakkımda söz söyleme birikimi olan kişi değildir. Halkın aydını kendini yaşadığı çağdan sorumlu gören, insanlığın ortak değerleri ve idealleri için, vatanı ve halkı için bedel ödemeyi, sıkıntı çekmeyi, hapis yatmayı gerekirse yaşamından vazgeçmeyi göze alıp halkın yararına eyleme ve eyleme geçirme sorumluluğunu hissederek harekete geçen kişidir.
Halkın aydını hiçbir şeyin kendi kendine, yani kendiliğinden olmayacağını bilir ve nesnel koşullara teslim olmadan her ne olursa olsun umutsuzluğa kapılmadan durumu değiştirmeye çalışır. Yani halkın aydını umudunu ve inancını yitirmeyen, teslim olmayan; umut veren ve yol gösterendir. Foucault’un “Konuşan özne savaşan öznedir” sözü halk aydınının sorumluluğunu tam olarak karşılamaz. Halk aydını, ideolojik mücadelenin yanında politik mücadeleye ekmek ve adalet kavgasında vermelidir. Bu nedenle halkın aydını düşünen, çelişkileri görüp kavrayan ve toplumsal mücadele içinde eyleme sorumluluğunu yerine getiren öznedir. Aydın tavrı; zor koşullarda önem kazanırken, kısa ya da uzun bir süre için, ön plana -niceliğine bakılmaksızın nitelik yönüyle öne çıkar. Halk aydını, bu nedenle bütün halkın sözünü söylemenin önemini gördüğü için bir adım öne çıkandır. Böyle dönemlerde önemli olan toplumlarda aydınların, aydın tahmini gösterme yürekliliğini ortaya koymasıdır. Halk aydını, aydın tavrını gösterme yürekliliğini ortaya koymak için korkularına rağmen korkularının üstesinden gelendir. Nazım bir şiirinde “kim kimden korkarsa o ondan büyüktür.” diyor.
Evet; halk aydını, halktan korkan muktedirlerden, korkmadığı veya korkularını rağmen eyleme geçtiği sürece, onlardan büyüktür. Halkın aydını “en güzel türkünün koro halinde söylenen” olduğunu bilerek; kendini biricik görerek halkından ayrı görmez, halkın aydını halkın içindedir, halktan biridir, halk gibi düşünür, halk gibi davranır. Halkın aydını, halkın eğitimcisi; hem halktan öğrenen, hem de halka öğretendir. Bu nedenle egemenlerin, zorbaların kapıkulu olmayı egemenlerin yaratmak istediği, Orhan Kemal’in romanındaki “Bekçi Murtaza” olmayı reddeder. Halkın aydını Sabahattin Ali’nin romanındaki karakter olan, “Kuyucaklı Yusuf” gibi namusunu korumak ve onun için mücadele edendir.
Halkın aydını, tek başına kalsa da değerleri için mücadele etme cüretini gösterendir.
Bir beyaz olarak her şeye rağmen kararlı bir şekilde siyahları savunmuş, ırkçılığa karşı mücadele etmiş yazar Andre Bring’i “Her seçim ödenecek bedeli de birlikte getirir ki bu karşılık kimi zaman pek yıldırıcı da olabilir. Ancak ben kendi seçimimi bu olgunun bilinci içinde yaparken, bu seçimin bundan böyle yetkilileri de yaptıkları ve yapacaklarının bedelini hesaplamak zorunda bırakacağını da biliyorum.” diyor.
Ben de halkın aydını olan bir öğretmen olarak ekmeğimi ve onurumu savunmanın bedelleri olacağını biliyorum. Bu bedelleri göze alarak, emekçilerin ve halkın teslim alınmaya çalışıldığı ülkemizde hiç kimsenin ses çıkarmadığı; tüm aydınların sessizleştiği; basın açıklaması yapmanın yasaklandığı ve kimsenin sokağa çıkmadığı koşullarda sokağa çıkıp emekçilerin ve halkımın derdini anlatmak ve işime geri dönmek için mücadele etme sorumluluğumu bir zorunluluk olarak gördüm.
Aydın olmayı, aydın tavır sergilemeyi bir yana bırakın ve şu söyleyeceklerime daha çok kulak kabartın. Ekmeğini, onurunu savunamayan biri namusunu koruyabilir mi? Koruyamaz; çünkü ekmek namustur. Namusunu koruyamayan biri aynada yüzüne bakabilir mi? Bakamaz; çünkü kendi acizliğini gördüğünden yaşamın anlamını yok etmeye başladığının farkına varır.
Ya yıllarca okulda sınıfta öğrencilerine haklarını savunmasını öğreten bir öğretmenin, yaşamının temelinde olan en önemli kaynağı olan ekmeğini savunmamasına ne demeli? Böyle bir öğretmen ikiyüzlü bir öğretmendir kuşkusuz. Hakları için mücadele edilmesi gerektiği, haksızlıklar karşısında susulmaması gerektiğini öğrencilerine öğreten öğretmen samimi ise kendi hakları için, ekmeği, onuru ve adalet için direnmek zorundadır. Yani, ekmeğin gasp edildiği, insanların sosyal hayattan koparılmaya çalışıldığı, onlara yaşama şansı dahi tanınmadığı koşullarda direnmek ve mücadele etmek garipsenecek bir durum değil, tersine doğal olandır.
Neden sadece iki kişi eylem yapıyor diyorsanız, onun cevabı bizde değil. Ancak şunu söyleyeyim: bu direnişi iki kişilik bir direniş olarak görürseniz yanılırsınız. Bu direniş tüm emekçilerin ve ezilenlerin, adaletsizliğe uğrayanların direnişidir ve tüm halkla birlikte büyümeye devam etmektedir… Ayrıca eylem ve direniş durduk yere başlamamış, en meşru hakkımız elimizden alındığında başlamıştır. Ve direnme hakkı kullanılmaktadır, diyerek Yüksel Direnişi’ni anlatmaktayız…”
Haftaya Yüksel Direnişi’ni anlatmaya devam edeceğiz.