Emperyalizmin ve Faşizmin Saldırılarına Direnmemek Suçtur, Direnmeyenler Suçludur!
Direnmeme Suçu İşleyen Sendikalara, Sivil Toplumculara, Kürt Milliyetçilerine ve Tüm Reformistler Bir Araya Da Gelse Anadolu’nun Direniş Damarını Kurutamayacaklar!
Çünkü Bu Topraklarda Uzlaşma, Teslimiyet, Tasfiye Saldırılarını Direnişlerle Püskürten Devrimciler Var!
Geçtiğimiz hafta Birleşmiş Milletler (BM) adlı emperyalist örgütün hizmetine giren KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu)’in, Yüksel Direnişçilerine düşmanlığı ile Filistin halkının bağımsızlık mücadelesine düşmanlığı arasında bir fark olmadığını anlattık.
Emperyalizmin aklıyla düşünüp, diliyle konuşan, eliyle saldıran tasfiyeci KESK, faşizmin ihraç ettiği Yüksel Direnişçilerini sendikalardan da ihraç ederek kimin safında olduğunu faşizme ispat etti.
Önce KESK’e bağlı BES (Büro Emekçileri Sendikası) 24 Ekim 2020’de yapılan 9. Genel Kongresi’nde, OY BİRLİĞİ ile Yüksel Direnişçisi Nazan Bozkurt’u ihraç etti. Adında ‘emekçi’ ifadesi taşıyan BES, emeği, alın teri için faşizme karşı direnen bir kamu emekçisini, bir üyesini, hem de TUTSAKKEN ihraç etti!
Ardından 28-29 Kasım 2020’de Eğitim-Sen 11. Olağan Genel Kurulu’nda Yüksel Direnişçileri Nuriye Gülmen, Mehmet Dersulu, Acun Karadağ ile Hatay Eğitim-Sen’den Ayhan Erkal, Pelin Akbaş Yeşil, Yusuf Mengilli, Eylem Uysal, Sabah Aras ve Ahmet Korkmaz; OY ÇOKLUĞU ile sendikadan ihraç edildi.
Tasfiyecilik tarihine adını altın harflerle yazdıran KESK’in saldırıları bunlarla sınırlı değildi.
KESK 10. Olağan Genel Kurulu 24-25 Haziran 2021 günlerinde gerçekleştirildi. Yüksel Direnişi’nin mimarı Kamu Emekçileri Cephesi (KEC) de kendi talepleriyle genel kurula katıldı.
“AKP Faşizmiyle İşbirliğine, Kamu Emekçilerine İhanete Son Verin! Devrimci Düşmanlığını Bırakın! Yüksel Direnişçilerinin ve Devrimci Kamu Emekçilerinin Sendikalardan İhraç Kararlarını Geri Alın!” talebiylegenel kurul salonundaydı.
Genel kurulun ilk günü,çalışma raporlarının sunulmasıile başlayıp kurum ve partitemsilcilerinin mesajları, delegelerin konuşmaları, bütçe görüşülmesi ile bitti. Kongre salonunda, söz alan konuşmacınınkimden olduğuna bakılarak alkışlandığı veyadinlenmediği bir ortam hâkimdi.
Bürokratizmin batağındaki reformizm için, genel kurulda Mehmet Dersulu’nun ‘delege’ olmamasını, devrimcilerin söz hakkını gasp etmenin bir bahanesi olarak kullanmak istediler. Divan Başkanı Öztürk Türkdoğan:“KENDİSİ DELEGE DEĞİL; ama burada konuşmak istiyor. Bi 5 dakika söz talep etti. Ben de delege olmadığı için söz veremeyeceğimi söyledim. Size bunu sunacağımı söyledim.
Eğer siz Genel Kurul olarak onay verirseniz konuşturabiliriz; ama vermezseniz tabi konuşturamayız. Bunu, sizin onayınıza sunmak istiyorum. Ne diyorsunuz? Divandaki arkadaşlar, artık sendikalarınıza üye olmadığını da söylüyor. Arkadaşlar, bu konuda görüşme açmayalım, olur mu? Kabul edenler-etmeyenler şeklinde bir oylama yapalım.” dedi.
İHD’nin ve Öztürk Türkdoğan’ın demokrasi ve insan hakları anlayışı bu kadardır! Genel kurulu ‘delege değil, sendikaya üye değil, söz hakkı vermeyin’ anlamına gelen sözlerle açıktan yönlendirdi.
İHD “herkes için demokrasi, herkes için özgürlük, herkes için eşitlik, herkes için insan hakkı vardır” derken sadece burjuvazi için demokrasiyi, özgürlüğü, eşitliği, hakları savunurlar. Onlar için devrimcilerin, faşizme direnenlerin, bedel ödeyenlerin, işini geri istediği için 1702 gündür günde iki kez ağır işkenceler gören Yüksel Direnişçilerinin 3 saniye dahi söz hakkı yoktur! Öztürk Türkdoğan demagoji yaparak, düşünce özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü, kendini savunma özgürlüğünü gasp etmiştir. ‘Delege değil’ bahanesiyle Mehmet Dersulu’yu konuşturmadığı gibi, Kamu Emekçileri Cepheli (KEC) İstanbul BES 1 Nolu Şube Başkanını da konuşturmamıştır! Gayet “özgürlükçü” biçimde siyaset yasakçılığı yapmış, KESK’in “KEC kırmızı çizgimizdir” anlayışını genel kurul salonunda sürdürmüştür.
KESK Genel Kurulu’nda oturuma başkanlık eden İHD Genel Başkanı ve KESK avukatı sıfatı taşıyan sivil toplumcu Öztürk Türkdoğan divana başkanlık ediyordu. Öztürk Türkdoğan, o koltuğa boşu boşuna seçilmemişti.
28 Nisan 2014’te Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck Türkiye’ye geldiğinde, yalnızca dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yanı sıra “sivil toplum olmadan demokrasi olmaz” diyerek bir çağrı yapmıştı. Kimlere mi?
DİSK’ten Arzu Çerkezoğlu, TTB Başkanı Özdemir Aktan, Taksim Dayanışma’dan Mücella Yapıcı ve 2013’te AKP’nin “Akil İnsanlar Heyeti”nde yer alan İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan’a.
Hitler’in torunu Gauck, İstanbul Tarabya’daki Alman Büyükelçiliği’nin yazlık konutuna çağırıp demokratik kitle örgütü olmayı reddedip Anadolu’da sivil toplumculuğu yerleştirme misyonuyla hareket eden işbirlikçilere “demokrasi” brifingi verdi. “Demokrasilerde yönetim sivil toplum hareketleriyle birlikte şekillendirilmelidir. Sizin gibi sivil hareketlerin demokrasinin gelişmesine katkısı çok büyük. Kendi davalarınız için verdiğiniz mücadeleyi çok değerleri buluyorum” diyerek devrimcilere düşmanlaşanlara övüyor gibi görünse de aslında aşağılamaktadır.
İki emperyalist paylaşım savaşı çıkarmış katillerin torunlarından “demokrasi” brifingi almak utanç tablosudur. Elbette TAYAD’ın altını oymak için kurulan İnsan Hakları Derneği ne Morton Abramowitz’i çağırmaktan ne de Öztürk Türkdoğan gibiler Gauck’tan sivil toplumculuk dersi almaktan utanmazlar.
Utanmak, devrimci bir duygudur. Devrimcilere düşmanlık etmeye, saldırmaya, tasfiye etmeye yemin etmiş olanlar, utanma duygularını da yitirmişlerdir.
AKP’nin OHAL sonrası HDP’li belediyelere kayyum atamasını güya ‘eleştiren’ KESK, devrimcilerin yönetimindeki sendikaya kayyum atadı! Talimat AKP’den, uygulaması HDP (bugünkü DEM Parti)-ÖDP (bugünkü SOL Parti)-CHP-EMEP-Halkevci yöneticilerden!
Tüm bu süreçlerde KESK, teslimiyetçi-tasfiyeci politikaları sonucu sürekli üye kaybetti.
2014’te 239.700 olan üye sayısı, şu anda 132 bin 225’e kadar gerilemiştir. Bu, AKP faşizmiyle işbirliğinin ve DİRENMEME SUÇUNUNUN SONUCUDUR!
KEC; KESK’in devrimci düşmanlığını, tasfiye sürecini, emperyalizmin ve faşizmin direktiflerini uygulayarak nasıl saldırdıklarını anlatan bir açıklama yapmıştı. 30 Eylül 2019 tarihli bu açıklamadan bir bölüm ile, sözü KEC’e bırakıyoruz:
“… Ve 2015 yılında devletin kamu emekçilerine, özellikle KESK bünyesindeki emekçilere dönük soruşturma, sürgün ve işten atma gibi araçlarla baskısını artırmasıyla sendikal memur hareketi kurulduğu günden beri devam eden gerileme sürecini tamamladı.
KESK, giderek artan soruşturma ve sürgün saldırısı karşısında üyelerinin haklarını koruyan bir tavır almadı, bir direniş örgütlemedi. Sendikanın bu teslimiyetçi tavrı, OHAL koşullarında yüzlerce üyesinin işten atılmasına giden yolu açmış, faşizme saldırılarına cevap vermeyeceğine dair güvence vermiştir.
Nitekim 2016 yılında OHAL ilan edildiğinde KESK’teki direnme dinamikleri bütünüyle tasfiye edilmiş, KESK’li emekçilerin sendikaya güveni tamamen yitmiştir.
KEC’in, böyle bir süreçte ülkenin gündemini belirleyen bir direniş örmesi uzlaşmacı, tasfiyeci sendikal anlayışlarla direnenler arasındaki farkı emekçiler nezdinde görünür kılmıştır.
KESK’teki hakim anlayışların teslimiyetçiliği ve uzlaşmacılığı Yüksel Direnişi’nin gücünün etkisiyle teşhir olmuştur.
KESK’in teslimiyetçi çizgisinin kitleler nezdinde teşhir olması, KEC’in sendika genel merkez binasında sürdürdüğü oturma eylemiyle direnişi güçlendiren bir mevzi daha kazanmış olması devleti rahatsız etmiş; Faşizm Yüksel Direnişi’ne güç kaybettirmek, direnişi marjinalleştirmek, direnişin halklar nezdinde kazandığı meşrutiyeti engellemek için KEC’lilerin ve direnişçilerin sendikadan atılması için sendika yönetimine baskı uygulamıştır. (Polisin kendilerini sıkıştırdığını, oturma eylemi devam ederken Sendika MYK’sı ile yaptığımız beşinci görüşmede KESK Genel Sekreteri CHP’li Ramazan Gürbüz ifade etmiştir)
Tüm meslek odaları ve sendikaların Devlet Denetleme Kurulu’na bağlandığı, sendika yürütmesinde kalmanın cumhurbaşkanının iki dudağı arasına sıkıştırıldığı, artık sendikaların kâğıt üzerinde kurumlar haline geldiği böylesi bir süreçte devletle çatışmayı hiçbir şekilde göze alamayacak olan reformist anlayışlar KEC’lileri ve direnişçileri, devletle yaptıkları açık ya da örtülü işbirliği sonucunda sendikadan fiziki şiddet kullanarak atmışlardır.
Devrimcilerin ve direnişçilerin şiddet kullanılarak sendikadan atılmasının sendikanın işbirlikçi tutumunu açık etmesi sonucunda Süleyman Soylu olaya müdahale etmiş, sendikadan atılmamızın üstünden iki ay geçmemişken Yüksel Direnişçileri şafak baskınlarıyla gözaltına alınmış, Süleyman Soylu meclis bütçe görüşmelerinde, KESK’e çökmeye çalışanların olduğunu ve kendilerinin duruma müdahale ettiklerini açık açık söylemiştir.
KESK, Süleyman Soylu’nun Yüksel Direnişçilerine operasyon yapıldığı günlerde söylediği “KESK’e çökmeye çalıştılar, biz müdahale ettik” sözlerine, defalarca çağrıda bulunmamıza rağmen bir açıklama getirmemiştir.
Yine Ankara Emniyeti’nden sendikaya gelen iki yazıda, Emniyet tarafından sendikaya koruma teklif edilmiş; sendika yürütmesinden emniyete ne cevap verdiklerini açıklamalarını defalarca istememize rağmen, böyle bir açıklama yapılmamıştır.
Direnişçileri sendikadan atanlar, faşizmin temsilcilerine sendikanın kapısını açmakta, onlarla çaylı, pastalı sohbetler etmekte bir beis görmemişler, konfederasyon genel merkez binasında Kamu Baş Denetçisi Şeref Malkoç’u ağırlamış; miting yapacakları illerdeki, AKP’nin emir eri valilerini makamlarında ziyaret etmiş; faşizmin eğitim alanında uyguladığı politikalardan sorumlu olan Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’u Eğitim-Sen genel merkezinde ağırlamış; faşist MHP’nin eski kadrolarından, 90’lardaki katliamların doğrudan sorumlularından olan Meral Akşener’i ve Sivas katliamında kitleyi provoke eden Temel Karamollaoğlu’nu yapacakları basın açıklamasına davet etmek için ziyaret etmişlerdir.
Düşmanlarını dost belleyenler, direnişçilere ve devrimcilere karşı düşmanlaşmış; faşizmin devrimcilere yönelik tasfiye politikasının sol içindeki uygulayıcısı, faşizmin sol eli olmuşlardır.
Eğitim-Sen GM’nin İddiası: “Eğitim-Sen Merkez Disiplin Kurulu Bağımsız ve Üye İradesi ile Seçilmiş Bir Kuruldur”
Eğitim-Sen Genel Merkezi, KEC’lilere ve direnişçilere verilen cezaları meşrulaştırmak için cezaların sendikanınmerkez disiplin kurulu tarafından verildiğini ve bu kurulun “bağımsız, üye iradesiyle seçilen bir kurul” olduğunusöylüyor. Yani, “cezayı biz vermedik, bağımsız bir kurul verdi” diyor.
Genel merkez ve bağlı sendika yürütme kurullarının kapılar ardındaki ilkesiz ittifak ilişkileriyle belirlendiğini, hâlihazırda sendikada egemen olan bir iki reformist anlayışın bu ittifaklarda belirleyici olduğunu ve kirli ittifak ilişkilerinin hâkim olduğu genel kurul süreçlerinde; belirleyici olanın üye iradesi değil söz konusu ittifaklar olduğunu sendikal süreçlere biraz hâkim olan herkes bilir.
Tepede, reformist sendikal anlayışlar tek ilkeleri teslimiyet, uzlaşı ve icazetçilik olan ittifaklar yaparlar, yürütmeler de bu ittifaklara göre belirlenir.
Disiplin kurulları da aynı süreçle belirlenir ve yönetimdeki egemen anlayışların üyelerinden ya da onlara yakın kişilerden oluşur.
Disiplin kurullarının sendikaya egemen, reformist anlayışların belirlediği politikadan bağımsız bir karar almaları söz konusu bile olamaz.
Eğer öyle olsaydı, sendikadan şiddet kullanılarak atılan bizlere soruşturma açılırken, şiddet uygulayanlara da soruşturma açılması gerekmez miydi?
Bu kurullar bağımsız ve MYK’nın güdümünde hareket etmiyor olsaydı, sendikadan atılmamız sırasındaki saldırıda, saldırıyı başlattıkları ve fiziki şiddet uyguladıkları çok açık bir şekilde görülen Aziz Özkan, Sinan Ok, Mevlüt Çakmak gibi kişilere de en azından soruşturma açılması gerekirdi. Ama öyle olmadı.
Kaldı ki mesele, Disiplin Kurullarının bağımsızlığı ya da üye iradesini temsil edip etmemesi değildir. Mesele, politik bir tartışmanın, sendikanın demokratik özüne uygun olmayan şekilsel bir organla çözülmeye çalışılmasıdır.
Sendika bir sınıf örgütüdür ve sınıf örgütlerinde sorunlar politik araçlarla ele alınır. Anlayışlar arası ideolojik mücadele “disiplin” sorununa ve disiplin kurullarında bulunan kişilerin ve siyasetlerin insafına bırakılarak çözülemez.
İdeolojik mücadele ne kadar sert yürütülürse yürütülsün, sonuçları ne olursa olsun mesele bir disiplin olayı olarak ele alınamaz!
Sendikada Muhalefet, Eleştiri Hakkı ve KEC’in Sendika İçi Demokrasiyi İşletme Çabası
Sınıf örgütündeki sorunların çözümünde “birlik-eleştiri-birlik” ilkesi esas alınır. Birliğin korunmasının koşullarının sağlanması ve sendika içinde yönetimde olsun olmasın her anlayışın ve her üyenin fikir beyan etme, politika üretme, muhalefet etme hakkının korunması; zengin, üretken, canlı bir politik tartışma ortamının yaratılması için her türlü demokratik eleştiri yapma hakkı güvenceye alınmalıdır.
Eleştiri hakkı, bürokratizm batağına saplanmış sendikal anlayışların dayattığı gibi, sadece sendikal kurullarda yapılan kısır tartışmalarla sınırlı tutulamaz.
Bu kurulların işlemediği, içinin boşaltıldığı ve demokratik, canlı bir tartışma zeminin kalmadığı durumlarda üyeler ya da anlayışlar fikirlerini, eleştirilerini, yöntemleri demokratik olma şartıyla her biçimde sunabilirler.
Sendikalarda yürütme kurullarında bulunan anlayışlar eleştirinin biçimini beğenmeseler, içeriğine katılmasalar da öncelikle eleştiri ve düşünceyi ifade etme hakkını güvenceye almak için eleştiricinin düşüncelerini ifade edeceği ve tartıştıracağı zemini yaratmalıdır.
Biz, sürecin en başından beri bu anlayışla hareket ettik.
Sendika genel merkez binasında “KESK, başta Nuriye ve Semih Olmak Üzere İhraç Edilmiş Tüm Üyelerine Sahip Çıkmalıdır” talebiyle başlattığımız oturma eylemi sürerken, çeşitli görüşmelerde; eylemi bitirmemizi isteyenKESK MYK üyelerine, konuyu tabanda tartıştırmasını, üyelerine çağrı yapmalarını, eğer üyeler sendikanın ihraçedilmiş üyelerine sahip çıktığını, eleştirilerimizin yersiz olduğunu ve sendikadan böyle bir talepleri olmadığını ifadeeder ve genel eğilim oturma eylemimizi bitirmemiz gerektiği yönünde olursa eylemi bitireceğimizi ifade ettik.
Ancak bu talebimize, KESK MYK üyelerinden Elif Çuhadar tarafından “Sen kimsin ki ben seninle üye önünde tartışacağım?” sözleriyle karşılık verildi.
Aynı görüşmede, sendika genel merkez binasından çıkmamız, oturma eylemimizi sonlandırmamız gerektiği, “üyeyi zor tutuyoruz” tehdidiyle, aba altından sopa gösterilerek ifade edildi ve bu görüşmeler Sendika MYK’sı tarafından tek taraflı olarak sonlandırıldı. Daha sonra aynı anlayışların belirleyici olduğu genel mecliste, sendika binasından çıkarılmamız yönünde karar alındı.
Daha sonra sendikadan şiddet kullanılarak atılmamız, sendika kapılarının bizlere kapatılması ve soruşturmalar gündeme geldiğinde de bu anlayışla hareket etmeyi sürdürdük, sorunu çözmek için meşru-demokratik araçlar kullanmaya devam ettik ve KESK MYK’sına da bu çerçevede çağrı yaptık.
Kamu Emekçileri Cephesi olarak bir imza kampanyası başlattık ve Türkiye’nin her yanında ulaşabildiğimiz tüm şubelerde “soruşturmaların geri çekilmesi, konunun disiplin kurulları ile değil; devrimci bir tarzda, eleştiri-özeleştiri mekanizmasının işletilerek çözülmesi” talepli imzalar topladık.
İmzaların toplanmasından sonra tüm üyelere ve KESK MYK’ya açık çağrı yaptığımız bir tartışma toplantısı organize ettik.
Aydınlar aracılığıyla KESK MYK’yı bu toplantıya ayrıca davet etmek istedik ancak MYK,
Şebnem Korur Fincancı Hoca’nın konuyla ilgili görüşeceğini anlayınca kendisiyle görüşmeye bile yanaşmadı, Şebnem Hoca’nın görüşme yönündeki talebini defalarca cevapsız bıraktı.
Daha sonra TİHV Başkanı Metin Bakkalcı kendilerine çağrımızı iletti; ancak MYK bu tartışma toplantısını görmezden geldi ve katılımcı göndermedi.
Yaklaşık 130 kişinin ve aydınların katılımıyla toplantıyı gerçekleştirdik.
Sendikadaki reformist anlayışların temsilcileri, imza toplama sürecinde de anti-demokratik tutumunu sürdürdü.
Eğitim-Sen 3 No’lu şube yürütmesinden Ayfer Koçak, İstanbul’daki okullarda imza toplayan Yüksel Direnişçisi Nazife Onay’ı, önce, imza toplamaya devam ederse hakkında soruşturma açmakla tehdit etti, “pislik, terbiyesiz” ifadelerini kullanarak arkadaşımıza hakaret etti.
Daha sonra da söz konusu şube sözünde durdu ve arkadaşımız Nazife Onay üyelerden “soruşturmaların durdurulması” talebiyle imza toplamaya devam ettiği için hakkında soruşturma başlattı. Eğitim-Sen Merkez Disiplin Kurulu tarafından ceza verilen arkadaşlarımızdan biri de Nazife’dir.
Bize, Merkez Disiplin Kurulu’nun bağımsızlığından, demokrasiye saygıdan dem vuranlar bütün bu sürece faşizmden öğrendikleri anti-demokratik uygulamaları ve şiddet yöntemleriyle damga vurmuşlardır.
“Hatay’a Kayyum Atamadık”
Eğitim-Sen Hatay Şube KEC’in politikalarıyla yön verdiği bir şubedir ve KESK’in genel politikalarıyla uyum içinde çalışmadığı bir gerçektir. Çünkü Hatay Şube, teslim olmayı değil, direnmeyi; Amerikan Emperyalizminin askeri olanların değil, emperyalizme karşı savaşanların yanında olmayı seçmiştir.
Hatay Şube’nin, Suriye’deki çatışmalara yaklaşımı, KESK’in genel politikasından tamamen farklıdır.
Suriye’deki savaş sürecinin başında Hatay Eğitim-Sen Şube, “Suriye’de Emperyalist Müdahaleye Hayır” sloganıyla yürüyüşler örgütlemiş, Suriye’deki savaşı emperyalizm ile Suriye halkları arasındaki bir savaş olarak tespit etmiş ve rejim öncülüğünde yürütülen halkın savaşını, anti-emperyalist niteliğinden dolayı desteklemiştir. Esad ile Suriye halkları arasındaki çelişkiyi ise emperyalist müdahale aşamasında ikincil bir çelişki olarak ele almış ve politikasını birincil çelişkiye göre belirlemiştir. Marksist-Leninist olan, doğru olan tutum budur.
KESK ise Kürt Milliyetçi Hareketinin Suriye politikasındaki konumuna göre tavır almış, Kürt Hareketinin sonunda emperyalizmle işbirliğine varan, Suriye’de Amerika’nın askeri olma politikasına yedeklenmiş, bu politikaların savunuculuğunu yapmıştır.
Hatay Şube’nin Genel Merkez’den farklı olarak hayata geçirdiği politikalardan biri ve belki de en önemlisi, OHAL sürecinde Hatay’daki açığa almalardan sonra gösterdiği direniş tavrıdır. Şube, açığa almalara karşı aralıksız eylem yapan ve sürekli bir direniş ören, üyelerinin hepsini geri döndüren ülke genelindeki tek şubedir!
Hatay Şube, Yüksel Direnişine ve diğer direnişlere karşı tavrında da Genel Merkez’den farklı tutum almış, direnenlerin yanında olmuş, KESK’teki reformist ve teslimiyetçilerin KEC’lilere ve direnişçilere saldırısında tavrını direnenlerden yana belirlemiş, ülke genelindeki tüm şubelere sendika yönetiminin direnişçilere saldırısını kınayan yazılar göndermiş, direnişçilerin yanında olduğunu söyleyen açıklamalar yapmış, sendikanın tavrını mahkûm etmiş ve üyeleriyle bu konuda toplantılar yaparak onlara gerçekleri anlatmıştır.
Burada esas tartışma konusu Hatay Şubesi’nin mevcut yürütmesinin yerine kimlerin, hangi usulle geçeceği değildir. Sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışıyla hareket eden bir şube yürütmesinin, uzlaşmacı, teslimiyetçi anlayışlar eliyle yürütme görevinden el çektirilmesidir.
Hatay Şubesi’nin soruşturmalar yoluyla görevden alınmasının sebebi, KESK Genel Merkezi’nin teslimiyet politikalarını değil, direnişi ve faşizme karşı mücadeleyi, anti-emperyalist tutumu hayata geçirmiş olmasıdır.
Hatay Şubesi’nin görevden alınmasını, “kayyum atanması” ya da “yerine yedek üyelerin göreve gelmesi” şeklinde “şirin” bir şekilde de ifade etsek gerçek budur.
Gerçek; Hatay Şubesi’nin görevden alınmasının ve yerine kayyum atanmasının, devrimcilerin KESK’ten tasfiye edilmesinin bir parçası olmasıdır.
KESK, sözcüklerle oynamaktan, “daha ihraç etmedik, nihai karar genel kurulda verilecek”, “Hatay’a kayyum atamadık, yedek yönetim kurulunu görevlendirdik” gibi meseleyi basitleştirmeye, üyeyi kandırmaya çalışan manevralardan vazgeçmeli, direnişçi ve KEC’li üyelerine yaptığı saldırıların; direnişçilere ve halka karşı faşizmle yaptığı işbirliğinin; faşizmin bugünkü temsilcileriyle yaptığı dostane görüşmelerin; halkımızın, aydınlarımızın katlinden sorumlu iki katili şirin gösterme çabalarının hesabını vermelidir.
KEC’liler hakkında verdiği cezaları çekmeli; eleştiri-öz eleştiri sürecini işletmeli, üyelerine çağrı yapmalı ve konuyu tüm üyelerin önünde tartışmanın zeminini yaratmalıdır.
Soruşturmaları Geri Çekin!
Cezaları İptal Edin!
Faşizmle İşbirliğinden Vazgeçin!
Emekçiyiz Haklıyız Kazanacağız!”
Haftaya, Yüksel Direnişi’ni anlatmaya devam edeceğiz…