Değerli müvekkilim merhaba! Nasılsın sevgili müvekkilim?
Yanına Karadeniz’in hırçın dalgaları gibi geliyorum.
18 Mayıs tarihli mektubunu aldım. Her zamanki gibi sıcak ve içten. Araya mesafe koymadan devam edeyim sohbete dedim.
Bu halk hiçbir tekniğin kıramayacağı duyarlılıkta bir yüreğe sahipse? O zaman Nazi tekniklerinin bir bir boşa düştüğünü görüyoruz.
Geçen Satranç adında bir film izledik. Kitabı da var biliyorsun S.Zwegi’ye ait. Onun film uyarlaması. Ana karakterin bildiği bilgileri öğrenmek için Naziler onu özel olarak örgütledikleri bir otelde tecrit ediyorlar. Dışı lüks bir otel içi ise işkencehane. Tam da Nazilere uygun değil mi?
Amaçları tecrit ve işkence, adamın iradesini kırıp bilgilere ulaşmak. Nazilerin bu amacı tam da adamın direnme motivasyonunun kaynağı oluyor. Kontrolün ve iradenin kendisinde olmasına, “onlara sahip olduklarımı teslim etmiyorum” duygusunun gücüne sımsıkı sarılıyor.
Film Zweig’in ruhun yenilmezliğini kararlılıkla mücadele ederek koruyanlara selam olsun gibi bir cümlesiyle bitiyor.
Bu yönüyle tavsiye ederim.
Sen şimdi “Ben bu filmi ne yapayım bu filmlerin çeşit çeşit versiyonunun içinde yaşıyoruz” diyebilirsin, öyle tabi.
S ve Y tipleri ile ilgili barolara, tabip odalarına birçok kuruma sürekli dilekçeler yazıyoruz. Bunlar üzerine Düzce Barosu Adalet Bakanlığı’ndan S ve Y tiplerini sormuş. Bakanlık’ta baroya cevap vermiş. Onu bize de yolladılar.
E-426 26735-622.01-540/72859 sayı ve 24105/2B tarihli yazıdaki ifadelerden bazılarını seninle paylaşayım: “Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumları barındırılacak HÜKÜMLÜ VE TUTUKLULARIN PORTFÖYÜ göz önünde bulundurularak tek kişilik koğuşlar şeklinde inşa edilmiş olup bu doğrultuda her koğuşa ortak bir havalandırma bahçesi yapılmıştır.”
Yakın zamanda Toplumun McDonaldlaştırılması adında bir kitap okumuştum. Kısacası yazar, bildiğimiz McDonaldlardaki üretim biçiminin Ford’un otomotiv fabrikalarındaki üretim olduğunu anlatıyor. Bunu da; verimlilik+hesaplanabirlilik+öngörülebilirlilik+ denetim= insansızlaştırma=insanlıktan çıkma olarak formüle ediyordu.
Yani değer, duygu, kültür insan yok, yalnızca sayılar, matematiksel sonuçlar ve azami kâr hırsı var. Yazar bu tarzın tüm emperyalist topluma ve kurumlarına hâkim olmaya başladığını örnekleriyle anlatıyor. Hukuka, kültüre, sanata, spora, tatillere her şeye aynı standardın uyguladığını söylüyor.
Kitabın anlattıklarının bir karşılığı var değil mi?
Kastedilen emperyalist tekellerin politikaları ve anlayışı.
Dile bakar mısın? “Portföy”. Bildiğin gibi bankacılığa ait ticari bir kavram. Menkul kıymet anlamına geliyor.
Şimdi oraya götürülen tutsak arkadaşlarımız örneğin Hüseyin Karaoğlan’ın menkul kıymet değeri mi bizden fazla yoksa bizim ki mi?
Bakanlık bankacılığa başlayıp tutsakları para gibi “tasarruf” etmeye mi başladı?
Elbette şakası yok bunun. Yazılanın, keyfi olarak seçtiğimiz tutsakları daha ağır tecrit ediyoruz anlamına geldiğini biliyoruz.
Diğer taraftan bakanlık yazısında “tek kişilik koğuş” diyor. Bir bunalım yaşamışlar. Bu tek kişilik koğuşları oda diye tanımlayacak kadar meşru hissetmemişler kendilerini.
Fakat hücrede diyememişler. Ortaya “tek kişilik koğuş” gibi ne olduğu belirsiz bir tanımlama çıkmış.
TDK da koğuş; kalabalık yerlerde içinde birçok kimsenin yattığı veya barındığı büyük oda diye tanımlanıyor.
Peki, böyle bariz kelime oyunları gerçeği gizleyebilir mi?
Yazıdan devam edeyim: “Fens teli ile ilgili olarak AİHM tarafından özellikle hükümlü ve tutukluların kaldıkları koğuşlara ait olanlara file ya da tel çekilmesi hususu hakkında gerek ülkemizde gerekse yabancı ülkelerde ilgili konu hakkında olumlu veya olumsuz herhangi bir karara rastlanılmamıştır” kelimelerin raksı devam ediyor “File ya da tel” diyorlar. Oysa pencerelerde sac mazgallar var. O kadar ki dışarıdan bakınca tutsağın yüzünü göremiyorsun. Sac mazgalları gizleme çabası devam ettiği gibi burada anlatılmak istenen de çarpıcı.
Böyle bir hukuki anlayış olabilir mi? “Yapamayacağımıza dair bir şey var mı?” diyorlar. Sanki karar olsa dinliyorlarmış gibi.
Tutsakların aslanlarla aynı kafeste tutulmayacağına dair bir karar yoktur. Bu da yapılabilir mi mesela?
Aslında bu yapıyoruz hangi mahkeme bizi durdurabilir ki demek değil mi?
Devam ediyor: “Bu nedenle güvenlik önlemleri kapsamında yaptırılan tel örgünün kaldırılmasının, koğuşlar arası, hükümlü ve tutukluların haberleşmesiyle firar gibi TELAFİSİ MÜMKÜN OLMAYAN eylemlerin engellenmesi açısından önem arz etmesi ve ileride müessif (üzücü) üzüntü veren hoşa gitmeyen, bir olaya sebebiyet verilmemesi dolayısıyla uygun olmadığı değerlendirilmektedir.”
O cıva gibi Karadenizli beyninin çoktan anlamış olduğu gibi “PENCERE ÖNÜNDEKİ TELLERİ KALDIRTMAYACAĞIZ” diyor ve bunu ilan ediyorlar.
Kaldırırlarsa Allah muhafaza birileriyle sohbet ederek tecridi telafi edilemeyecek şekilde boşa düşürmüş olurlarmış ve buna çok üzülürlermiş.(!) Konunun özeti bu.
Pencerelerden çıkarılmasını isteyen kim ki?
S ve Y tiplerini kapatacak devrimciler
Çıkartmayanlar kim?
İnsanlık onuru ve Anadolu halk kültürüyle ilgisi olmayan hapishaneleri yaptıranlar.
Diğer tecrit hapishaneleri gibi temel mesele mekân sorunu değil. Başlangıçta anlattığım Satranç filmiyle adamın beş yıldızlı otelde tecrit edilmesi örneğinde olduğu gibi mekân talidir. Önemli olan politikalar ve uygulamalardır.
O yüzden esas mücadele 5275 Sayılı Kanun (Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı) ve TMK’ya (Terörle Mücadele Kanunu) karşı olmalıdır. Barolar, tabip odaları, demokratik kitle örgütleri temel olarak tecrit politikasına ve buna bağlı olarak infaz sisteminin değişmesi için mücadele etmelidir, değil mi?
Bizde bu konuda mektuplar ve dilekçeler yazmaya devem ediyoruz.
S ve Y tipleri aynı zamanda tek tip saldırısı içinde hazırlanmış. Fiziki ortamı buna uygun hale getirmişler.
Tek kişilik bir hücrede 23 saat, 22 saat kapalısın. Kendi havalandırman yok. Eşya kurutmak için pencereye bir tel çakmışlar. Pencerenin önünde de sac mazgal var. Yani tel içeride kalıyor. Eşyanın bütün nemi hücremizin içine dolacaktır. Özellikle adli tutsaklardan başlayarak böyle bir yerde çamaşır yıkamayacak bir ortam yaratarak tek tip giyilmesini özendirmeye çalışacaklardır.
Fakat halkımız elbette ki zorluk görünce suçlu elbisesini giyecek kadar onursuz değildir.
Son model tecritle pek çok ayrıntı ve uygulama var.
Belki duymuş okumuşsunuzdur. Tutsakları berbere çıkarıyorlar ama berber yok. Birbirlerini tıraş etmeleri söyleniyor. Tabi berbere birlikte çıkabileceğin hiç kimse yoksa tek başına tıraş olacaksın. Kendi kendini makasla tıraş etmen çok zor olduğuna göre ki makas olup olmadığı da muamma, makinayla tıraş edeceksin. Yani dolaylı olarak asker tıraşı olmaya zorlanmış oluyorsun. Bunlar tali ama her şeyi ayrıntılı düşünmüşler.
Biraz senin mektubundan devam edelim sohbete.
Yaşamımızı merak ettiğini söylemişsin. Şimdi kaval çalmaya el attım. Fakat rögarın fareleri pek peşime takılacak gibi durmuyor daha çok protesto eylemi yapıyorlar gibi. Grup Yorum emekçilerinin teşviklerinin etkisi olduğunu söylemeliyim. Betül Varan yazıyordu “Kaval baya iyi durur” diye. (Sanki kravat mı bu?) Henüz Grup Yorum’un Berivan’ı ve birkaç türkü çalabiliyorum.
Bakalım sonumuz ne olacak! Yanımda kalan Sadık Çelik’te flütle Şu Tepe Pullu Tepe türküsünü çalmaya uğraşıyor.
Aklımız, yüreğimiz hasta tutsaklarla, Sibel Balaç ve Gökhan Yıldırım’la. Özgürlüklerini talep ediyoruz.
Hepsiyle mektuplaşıyoruz. Geçen Sibel Balaç yazmış.
Şöyle diyor “Ben terlik giyemiyorum, ayağım o kavrama hareketini yapamadığı için canım yanıyor”. Hayatın en temel hareketlerinde bile büyük acılar yaşıyor. O acılar halkını çok sevmenin bedeli. Kuşatmaların altında umutlu olmanın bedeli. Her koşulda direnebilmenin bedeli. Ama o bu acıları yaşarken biz vurdumduymaz kayalar gibi yaşayamıyoruz. Devam ediyor “Ayaklarımı hala hissetmiyorum diz kapağımın altına kadar yayılıyor, ayak başparmağıma komut yollayamıyorum. Ağrı, batma, elektrik çarpmaları, dönmeli matkap, kasılmalar vb.” Bunları yaşadığını bilmem için yazması gerekmiyor.
Yüreğimde yaşıyorum onunla.
Sibel Balaç bunları yaşıyor sanki Türkiye halklarının yaşadığı acılar gibi. Tabi aslında bu sağlık durumunu da öyle rahat rahat yakınarak anlatmadığını çok iyi bilirsin.
Yine de onun sözleriyle anlatayım. “Herkes sağlığımı soruyor haliyle, oysa en az anlatmak istediğim konu. Ancak bu konuyu seninle paylaşmamın yeri ayrı, önerilerinde olacaktır”
Sibel Balaç ve Gökhan Yıldırım’ı çok seviyoruz, halkımızla birlikte acılarını dindirmek için dişimiz tırnağımızla mücadeleye devam edeceğiz.
Çok öfkeliyiz. Öfkemiz halkımızı her şekilde ezen düzene. Düzen muhalefetle sandık tantanasıyla halkı değişme beklentisine soktu, oyaladı, hayal kırıklığı yaşattı. Moral bozmaya çabaladı, değerlere saldırdı.
Faşizmi tahkim ettiler elbirliğiyle.
Hükümet bile kurmadan demokrasicilik oynadılar.
Demokrasicilik oyunu deyince halkımızın aklına hemen tutsakların serbest bırakılması gibi gelişmeler geliyor.
Oysa halkı düzeniçinde kalmaya iknâ etmektir özünde.
Bunu da yaptılar. Yapamadıklarını düzen solcuları ve sahte aydınlar sağladı. Hepsi suça ortak oldu. Halk daha çok ölecek, daha çok aşağılanıp, sömürülecek hepsinin bunda katkısı olacak. Onlara da öfkeliyiz. Elbette kısa vadede halkın yaşadığı zulmü arttıran bu gelişme uzun vade de halkın bilincinin netleşmesine de neden olacak.
Artık düzen muhalefeti de tasfiyeci solcularda kandıramayacak halkı. Çok daha fazla insan kopacaktır düzen siyasetinden, o %84 katılımın çok aşağılara ineceğini göreceğiz. Süreç tam bir ideolojik saldırı ve kuşatma süreci. Kavramlar ters yüz ediliyor. Değerlerin üstünde tepiniliyor. Faşist politikalar, söylemler her yerde papağan gibi tekrarlanıyor. Kendilerince solcuyum diyenler ortak oluyor… Papağan taklidi yapıyor. Halkın tüm kesimlerini, gazetecisi, hukukçusu düzen siyasetçilerini kocaman bir kampa çevrilmiş memleketimizde “rehabilitasyon programına” tabi tutuyorlar, sağcılaştırmayı hedefliyorlar.
Teslimiyet saldırısı. Bireycilik alabildiğine yayılıyor.
İdeolojik anlamda taarruzda olmanın yanlış düşünceleri en üst perdeden ezmenin zamanları. Tüm saldırıları boşa düşüreceğiz.
Sizleri çok seviyoruz.
Kendinize çok iyi bakın!
Umutla Aytaç Ünsal