Nereden başlamalı bilmiyorum ki… Neyi anlatmalı? Nasıl anlatmalı? Bir acıyı mı, bir cinayeti mi, bir direnişi ya da bir zaferi mi? Yoksa bir cenaze törenini mi?… Yok, yok… Belki de bir düğünü anlatmalı…
Dilek’in ağzından çıkan “Galoş giy!” sözünden sonraki her saat her dakika, her saniye insanlık mücadelesini adeta birer taşını oluşturuyor, Küçükarmutlu’dan Sarkız Çayırı’na uzanan yolda…
“Galoş giy!…” öyle katiller sürüsünün yalnızca kirli ayakkabılarını işaret eden basit bir söz değildir…”
“Galoş giy!…” bir emirdir katiller sürüsüne. “Burası bizim evimiz, burası bizim onurumuz, namusumuz
“Galoş giy!…” Seni görüyorum… Seni tanıyorum. Senin sadece ayakkabın değil beynin, yüreğin, duyguların kirli… Bak silah tutan elinden kan damlıyor, ellerin kirli… Senin geçmişin kirliydi, bugünün, yarının kirli. Senin açık ve gizli bütün kirini görüyorum.
“Galoş giy!…” düşmanın yüzüne karşı, ölümüne atılan tokat gibi bir slogandır. Katillerin gözlerine gözlerine bakarak attığımız diğer sloganlar gibi… “İşkence yapmak şerefsizliktir” ya da “Polis simit sat, onurlu yaşa…” gibi sert, cüretli, yüzlerine yekten söylenen slogandır.
“Galoş giy!…” düşmanın kirli yüzü, kanlı eli, atmayan kalbine haykırılmış küfür denginde bir sözdür. Öyle ya ağzına küfrün çirkinleşmeden yakıştığı şairimizin dediği gibi “Küfür burjuvazinin ağzında lağım çukuru işçi sınıfının ağzında açan çiçektir.
Düşman yeni bir slogan duymuştur. “Galoş giy!…” Katiller bastıkları her evde, her yürüyüşte, her mitingde, her eylemde, her duvar yazısında duyacaklardır artık bu sözü… Slogan, küfür, uyarı ve teşhir niyetine.
“Galoş giy!…” irade savaşının aysbergidir. Senin baskını, zulmünü, emirlerini tanımıyorum. Silahına, postalına, tomana, tankına rağmen demektir…
“Galoş giy!…” Yürüyüş dergisi dağıtırken İbrahim Çuhadar ile çektirdiğiniz fotoğrafı öyle güzel tamamlıyor ki… Senin “Kirliler, çirkefler, pislikler dediklerini temizlemekti çünkü amacı… İdeolojik birlik; onur, ahlak bütünlüğü bu işte… dedim ya söz ağızdan çıktı bir kez. Ve tarihe geçti… Şimdi düşmanı sarsan o söz onlarca sanat eseri üretmeye aday cüret, onur, haklılık ve doğruluk dolu özlü bir söz artık.
Sen hastanedeyken başladılar saldırmaya. Sahip çıkmayalım, korkalım, susalım ve sadece acımızı yaşayıp, bağrımıza basalım istediler. Saldırıları, tacizleri sökmedi…
Ve senin bedenin, ciğerini parçalayan düşmanın kirli kurşunun yarasına dayanamadı. İşte şimdi birlikte dergi dağıttığın Çuhadar’ın ölümsüzlük dünyasındansın artık…
Şehit düştüğünü, yoğun bakımın kapısında bekleyen arkadaşlarına, yoldaşlarına, ailene dahi haber vermeden kaçırdılar, utanmadan. Utanmadan demek bile yakışmıyor onlara. Senin cesedini bile vermek istemediler… Sessizce, kimsesizce gömmek adeta ailenden ve yoldaşlarından kurtulmak istediler.
Tarihimizi çaresizliklerinden ve arsız, haysiyetsizliklerinden unutuyorlar olsa gerek. Oysa bu büyük ailenin değil sağ olanın cesedimizin tırnağı için dahi yani bedeller ödeyerek sahiplendiğimizi kim bilmez… Dayımızı nasıl geleneklerimize göre uğurladık, Hasan Ferit’i, Günay’ı nasıl sahiplendiğimiz gün daha dün gibi değil mi?
Adlı Tıp’ın önündeki sahiplenişimizden sonra vermek zorunda kaldılar Dilek’imizi. Dilek’imizi gecenin yarısında aldık. Araba korteji eşliğinde Armutlu’ya vardık. Akşam Armutlu halkına ve cemevine kadar sloganlarla yürüdük.
Sabaha kadar ateş başında, cemevinde, morgun kapısında ve Armutlu sokaklarında nöbette ve yürüyüşlerdeydik.
Sabah toplanmaya başladı insanlar. Yoldaşların, arkadaşların, akrabalar komşular, duyarlı insanlar…
Hazırlıklar başladı. Yemek hazırlıkları, kızıl bayrakların sopaları, tektiplerin ütüsü, bez afişler, kalbimize dün akşamdan gömdüğümüz Dilek’imizin yaka fotoğrafları hazırlanıyor. Yüksekçe bir duvarın yanına kurulan iskelenin üstünde “Dilek Doğan Ölümsüzdür – Halk Cephesi” yazan yaşı elliyi aşmış bir ressam… Kırmızı duvar üstünde sarı boyalı fırça gidip geldikçe birer ikişer damla boya damlıyor beton zemine… Bir elinde boya kutusu, bir elinde fırça… Göz yaşlarını silemiyor ressam… Gizliden damlayan gözyaşlarının çıkardığı sesin, boya damlalarının çıkardığı sesten farklı olduğunu yalnızca kendisi biliyor.
Cenaze töreninin en dayanılmaz anlarından biri ” Rahmetlinin evinden helallik alınmasıdır.” Zira bu ölümsüzlüğe ulaşan insanın evinden – barkından, kolu komşusu, hısım – akrabası, çiçekleri, sırtını dayadığı duvarı, perdeye sinen kokusu, insanın gözünde kalan görüntüsünden son ayrılmasıdır. Cansız da olsa işte bu ayrılık anı ciğerin bir kurşun mermisiyle parçalanmasından daha ağır, bir top mermisinin insanın ciğerini söküp koparması gibidir. Bu duygu çığlıklarla dile gelir. İlle de ananın çığlığı, ille de ana, ah Aysel ana.
Çığlıklarla vuruyoruz tekrar kalabalık, kızıl bayraklı, zılgıtlı, sloganlı yürüyüş kolunu Armutlu’nun dile yakışlarına…
Otobüslere binmek için son durağa geliyoruz. Vakit öğleden sonra üç gibi yola düşüyoruz. Yolculuk Maraş’a, Afşin ilçesinin Sarkız Çayırı köyüne Maraş’a. Doğup büyüdüğümüz, başına kısaltılmış ”K.” Yazıp da kahraman diyemediğimiz, kanlı Maraş, katil Maraş dediğimiz Maraş’a gidiyoruz. Kanımızın döküldüğü, hamile analarımızın süngülendiği, canlı canlı yakıldığımız… Faşizmin sivil katillerinin toplu katliamlarla kanımıza buladığı Maraş’a.
Bu mevsimde geceler sert olur, soğuk olur, bizim buralarda… Sabah altı gibi vardık Sarkız Çayırı’nın girişine. Sonra köye girdik. Evlerden yükselen zılgıtlar, ağıtlar, çığlıklar “Hoşgeldin”inimiz oldu.
Siyah renk başka hangi coğrafyada acıyı, hüznü, yası bu kadar kesin ifade eder Anadolu’nun dışında. Siyahın en koyusunu hiçbir renk kartelasında göremezsiniz bu cenaze töreninden başka… Çünkü bu siyahlık gözünüzden yüreğinize kadar karartır renk algınızı. Siyah giysilerden başlar; ağıtlara, zılgıtlara, dizleri dövmelere, saçları yolmalara, “Ah keşke ben ölseydim” yakarışlarına kadar gider.
Dilek’im bedenin teneşirdeyken Kürtçe – Türkçe ağıtlar yükseliyor kerpiç evlerin duvarlarında… Analar – bacılar ağıt yakar… Ya babalar… Babaların ağıt yaktığına Sarkız Çayırı’nda şahit oldum. Baban Metin’in yakarışını duydum. Teyzelerine, halalarına “Hava soğu” diyordu. “Kızımın saçını iyi kurulayın… Hava Soğuk…” Bir babanın bundan daha ağır ağıt sözü olabilir mi? Bu ağıta kadınlar karşılık veriyorlardı, çığlıklar eşliğinde…
Sonbaharın soldurduğu yeşil ve çoğalan sarı rengin ortasında açmış, kızıl bir karanfil gibi kızıl bayrağımıza sarılmış Dilek’imizin tabutu yoldaşlarının, köylülerinin omuzlarında yeni kurumuş nemli toprak yoldan köyün meydanına ve yanındaki mezarlığa doğru ilerliyor.
Önde sancak, ardında bayraklar, dövizler, sloganlar acıyı öfkeye, kine dönüştüren kararlı, dik duruşlu dostları…
Böyle bir cenaze törenini bu dağın eteğinde ilk kez görenler şaşırıyor. Kimi biraz ürkse de gözlerinin içi çakmaklanıyor, heyecanlanıyorlar.
Burjuva politikacılar gelmişler, televizyonlar gelmiş. Röportajlar yapıyorlar. Hafif kulak kabartıyorum. Onca katliamdan, baskıdan, zulümden bahsettikten sonra hala ısrarla barış vs. diye kıvrım kıvrım kıvranıyorlar. Düşmana sitem edip, küsüyorlar… Hangi mideyle, hangi kültür, hangi ahlakla anlamakta zorluk çekiyoruz. Üstelik ciğeri düşman tarafından parçalanan Dilek’imizin cenazesini daha daha kaldırmadan… Bu dostların içine düştükleri düşkünlük durumuna üzüleyim mi, kınayayım mı şaşırıp kalıyorum biraz. Sonra yoldaşların ve abin Emrah konuşuyor basına… Abin Emrah diyor ki ” Katilleri tanıyoruz, onları açığa çıkaracağız, hesap vermekten kaçamayacaklar, halkın adalete ihtiyacı var?… Aklımda kalan bunlar, uzun söze ne gerek… İşte adalet talebi, işte onur…
İnsanın ”Ölsem de gam yemem” dediği anlar vardır ya… Yoldaşların ve abini dinlerken bu anı bu duyguyu yaşıyorum. Ne iyi ki böyle onurlu, cüretli bir aileye ve bir büyük aileye sahipsin.
Mezarlığın yanındaki meydandayız. Bu dağın başında bu nasıl düzenli, düzeyli bir cenaze töreni dedirtecek duyarlı, örnek davranışlar, konuşmalar… Önce temsilci yoldaşın konuşuyor, sonra dini törene geçiliyor. Dede Alevi inancına göre kısa bir tören düzenliyor.
Sonra… Yüksek sarp kayaların dağı Binboğa’nın eteğindeki topraklarımızın bağrına yatırıp Binboğa’ya emanet ediyoruz Dilek’imizi… Toprağından toprak alıyoruz, İstanbul’daki yoldaşların mezarına bir “selam sabah” niyetine serpmek için… Mezar başında tekrar yoldaşların konuşuyor. Devrim şehitleri için saygı duruşunda bulunuyoruz.
Cemevinde verilen yemekten sonra evlere çekildik, demli çayla eşliğinde sohbetlere koyulduk akşama kadar. Akşam üstü İstanbul’a dönmek için vedalaştık aileyle, köylülerle, kalan dostlarımızla. Otobüsümüz köyden uzaklaşırken çayırının mezarlığındaki kızıl flamalarımız uğurladı bizi…
Anasının kınalı kuzusunu, babasının bakmaya doyamadığı yavrusunu Binboğa’nın başeğmezliğine emanet ettik.
Dağlar yiğittir, dağlar gururludur, dağlar başeğmez. Dağlar yiğitlerin başeğmeyenlerin evidir, yanıbaşı, arkasıdır. İsyankarların yoldaşıdır dağlar. Binboğa’da öyle. Binboğa dağları yüksektir, uludur, yareni çoktur. Biryanı Akdeniz’de Toroslara Amanoslara dayanırken önünde Tecer dağları onu doğuya kadar ulaştırır.
Binboğa’nın etekleri kavga, yokluk, yoksulluk, haksızlık doludur. Bunların olduğu yerde, tabi isyanları, isyankarları olur. Halk ozanları da isyanlar değil mi? Tarihi gerçeği sazıyla, sözüyle yaşatanlar değil mi? İşte bu yüzden Binboğa’nın etekleri halk ozanı doludur. Söylediği ağıtı yavrusunu kaybeden ana yüreğinin acısıyla söyler. Söylediği marşı da zaferden sonra bayrağı kale burçlarına diken bir nefer gibi söyler.
Bunlardan biri de işte şu Sarıkız Çayırından çıkarken karşıda görünen düz kıraç ovanın ortasındaki Berçenek köyünün dünyaya gönderdiği Aşık Mahzuni Şerif ‘tir.
Halkların dili, duygusu, hissi olan Mahzuni Şerif tam dediğimiz gibi halkı, devrimleri Binboğa’dan dile getirir ve halkların her halimi dile getirir. Acılarını, sevinçlerini, endişelerini, korkularını, kahramanlığını…
Hadi lafı uzatmadan Mahzunu Şerif’in acı çekerken bütün analar için söylediği ağıtı dinleyelim, Dilek’in anası, şimdi hepimizin anası Aysel ana için dileyelim.
” Gene yükseklerden uçarsın gönlü
Binboğa dağında kar olmaz şimdi
Bahar gelsin mor çiçekler açsın
Yaylalar yaş tutar yar olmaz şimdi’’
Dilek’in ve Dilek’in büyük ailesinin acıyı mücadeleye dönüştürdüğünü düşündüğümüzde Aşık Mahzuni Şerif’in bir yiğitlik türküsünü de Binboğa’nın eteklerinde daha önce şehit düşen dostlara ve Dilek’e isteyelim.
”Anlı çizgi çizgi zafer oyuklu
Göğsü toprak toprak öfke yayıklı
Kartal pençelidir, kara bıyıklı
Yiğitler, yiğitler bizim yiğitler
Onu bilir Binboğalar, ceritler.’’
Kültür Sanat Yaşamında Tavır Dergisi Ekim-Kasım 2015
Mehmet Esenler