İnsanlık tarihinin önemli süreçleri olmuştur. İnançların ışıl ışıl parlaklığının yoğunlaştığı zamanlar kadar, sönüklüğü de olmuştur. Halkların hak alma kavgasının gerilediği zulme sömürüye karşı mücadelenin durduğu, zayıfladığı zamanlarda O ışığın solgun yandığı da olmuştur. Fakat bu ışığı söndürmeye çalışan koyu karanlık ne kadar koyu olsa da. O ışığı söndürememiş solgun da olsa, ışımasının önüne geçememiştir. Ve insanlık tarihi o aydınlığın karanlığa karşı mücadelesi üzerinden yazılmıştır.
Karanlığın olabildiğine koyulaştığı, bu karanlıkta katliamların zulmün sömürünün baskının durmaksızın sürdüğü zamanda o aydınlık ışır. İnsanlık tarihinin ak sayfalarına o ışığı kızıl kanlarıyla yitirilen başlarıyla ve verilen canlarıyla harlayanlar aydınlatanlar çıkar ortaya. Karanlık Aydınlık çarpışmasından iki ayrı tarih yazılır. Ve her şeyiyle iki farklı hayatı dünyaya yazarlar. Egemenlerin o karanlığa yazdığı yalan çarpıtmalardır. Sömürüye zulme karşı kendi eşitlikçi, ortaklaşa yaşam için kavga veren halkların kanları canlarıyla aydınlığa yazdığı ise insanlık tarihidir. Hakikat can bulur halkların gönlünde ve bilincinde. Tarihi bu ikisinin çatışması yazar.
Ve bu çatışmada egemenlerin sömürü ve zulüm düzenlerinin karşısında duran halkın hak alma mücadelesi veren önderler savaşçılar ve aydınlara yönelik hüküm verenler yalan çarpıtma başları yetmediği yerde karalama çarkı da işlemeye başlar. İstinasız düzenin karşısındaki bütün herkes bunlardan nasibini alır. Bu devran değişse de hüküm verenler, yöneten kesim hatta başka bir sömürü düzeni kurulsa da değişmez. Bir gelenektir. Dün olan başka adlar altında devam ettirilir. Bu egemenlerin kuşaktan kuşağa aktardıkları yazısız bir yasasıdır. Düzenin karşısındaki bütün aydınlar. Halkın kavgasını örgütlemiş bütün önderler, bu kavgada yer almış savaşçılar. Şu ya da bu oranda bundan nasibini almıştır. Eserleri yasaklanmış, yakılmış, imha edilmiş. Sürgün görmüş, zindana atılmış. Günü gelmiş dara çekilmiş katledilmiştir. Bazen teker teker uğraşmayıp topluca yok etmişlerdir. Bununla da kalmamıştır. Es kaza günümüze ulaşmış eserlerin düşüncelerinde içini boşaltmak için elinden geleni yapmıştır. Anadolu ise bunun örneklerinden geçilmez. Tüm bunlar nedensiz değildir tabi. En başta Anadolu halklarının kendi iktidarları için sömürüye, zulme isyanlarını bitirmesini isterler. Yapabilseler yüzyılların biriktirdiği bu isyan dalgalarını halka taşıdığı mücadele bilincini. Umudunu halkın yüreğinden ve bilincinden söker alırlar. Onun yerine yüreklere korku ve ekerler. Fakat bunu başaramadıkları yüzyıllar öncesinden günümüze gelmiş halkın önder kabul ettiği, onları anması sahiplenmesi göstermiştir.
Bu baskıcı politikadan her düşünür aydın payını almıştır. Fakat bu noktada Hacı Bektaşi-i Veli’ye yönelik çok daha yoğun bir çarpıtma karalama ve yalan üretilmiştir. Ortaya çok değişik bir Hacı Bektaş-i Veli çıkarılır. Öyle ki, doğum ölüm tarihlerinde bile bir yanılgı vardır.
Bu durumun en acı tarafı ve açmazı ise, bütün kesimlerin (ciddi) tarihçi ve tarih araştırmacıları aydın çevreler ve Alevi-Bektaşi’lerin resmi ideolojisinin yaydığı ve bunda ısrar edip tarihe müdahale edip gerçekleri ters yüz ettiği, yalan yanlışlarla doğru dediği şeyleri yanlış kabul etmeleridir. Eksik yanlış bilgilerinden günümüze ulaşmış Hünkar Hacı Bektaş-i Veli hakkında görebildiğimiz gerçekleri o yalan yanlışlardan ayıklamaya çalıştık.
Hacı Bektaş-i Veli hakkında değiştirilerek, tahrip edilerek çarpıtılarak, Türkçe ye çevrilen Makalat’ın dışında günümüze ulaşmış birinci elden başka bir kaynak yoktur. Ve bütün kesimlerin doğru kabul ettiği Velayetname, Mevlevi’lerin kaynaklarında anlatılan olaylar hakkında günümüze taşıdığı keramet söylencelerinden başka başvuru kaynağı yok gibidir.
Hacı Bektaş Velayetnamesi, bu noktada onun yaşamı hakkında çokça bilgi vermektedir. Fakat gene de Velâyetnameyi olduğu gibi kabul etmek Hünkar’ın bugün anlatılan halini göz önüne serer. Bu noktada Velayetnamede geçen olaylar anlatılan kerametler ve kişi ve yer adları gerçek Hünkar hakkında ipuçları verir.
Velayetname Bektaşilerce 15. yüzyılın sonlarına doğru (1948)kaleme alınmıştır. Ve vilayetnameye hâkim olan şey o dönemin baskıları Osmanlı siyasetine uydurularak, kimi olayların ve adların değiştirilerek ve kimi olaylar Hünkar’ın kerametleri olarak anlatılmasıdır. Ondan bunu olduğu gibi kabul etmek kolaylıktan öteye egemenlerin dayattığı o görüşe karşı çıkamamaktır. Bu aynı zamanda Hacı Bektaş’ın yaşadığı dönemde Anadolu’da, Kafkaslarda, İran, Irak’ta gelişen tarihi olayları, dönemin egemenlerinin birbiriyle ilişkilerini birbiriyle siyasal ve ekonomik durumunu. Göz önüne almamaktır. Bu noktada yanlış olanı tekrar tekrar üretmek bile bile yanlış olanda ısrar etmek tarihe müdahale etmektir. Yapılan budur. Tarihçilerin yapması gereken şey ise baskıcı politikalara dahil olup tarihi değiştirmek olmamalıdır.
Peki, kimdir Hacı Bektaşi Veli? Ne zaman yaşamış, nasıl yaşamış ve neler yapmış? Tüm bu anlatılanlar arasında hangi bilgiler doğrudur?
Hacı Bektaş’ın yaşamı ve doğru bilinen yanlışlar! Hacı Bektaş hakkında doğru kabul gören yanlışlar onun doğum tarihi ile başlar. Başka bir değişle bir Hacı Bektaş anlatılır ve ona göre de uygun bir doğum ve ölüm tarihi yaratılır. Elbette bu tarihin karşılığında tarihi bir belge ortaya konamadığını da belirtelim. Fakat Hacı Bektaş Veli’ye anlatılan yaşam öykülerinden öne çıkan iki görüş vardır. Ve bu iki görüş iki ayrı ölüm ve doğum tarihi söyler. Burada esas olan ise anlatılan Hacı Bektaş’ın kişiliğinde saklıdır. Yani her iki kesimde kendi görüşlerine denk gelen tarihi söylerler.
Buna göre birinci görüş şöyledir. Hacı Bektaş-ı Veli 1247 yılında Horasan’ın Nişabur kentinde doğduğu ve 1337 yılında Nevşehir’e bağlı Hacıbektaş’ta yani Sulucakarahöyük’te öldüğüdür.
İkinci görüş ise şöyledir Hacı Bektaş 1200 yılların hemen başında (1200 -1209) yılları arasında Horasan’ın Nişabur kentinde doğduğu ve 1270–1273 yılları arasında Sulucakarahöyük’te bu devrandan göçtüğüdür.
Farklı olan bizce doğru olan görüş ikinci olandır. Velayetname’den aktarılan keramet söylencelerinden ve anlatılan olayların gösterdiği de bu tarihlerdir. Başta egemenlerin yanlış tarihte ısrar etmesi de manidardır. O zaman Hacı Bektaş kendilerinin biçtikleri gömleğe girebilir. Aksi halde halkın gönlünde taht kurmuş Hünkar çıkar ki ortaya; o da onların Hünkarına hiç benzemez. Ve bu tarihler arasında yaşamış olan Hacı Bektaş kendi istedikleri gibi yaşamış, düşünmüş, eğlencelik içinde olmuş olur. Ve o zaman bugüne zararsız bir düşünür olarak gelir. Fakat bu noktada aynı elden üretilen o yanlış bilinen doğrularında kendi içinde bir tutarlılığı olmadığı görülür. Bu tutarsızlıklara geçmeden önce Anadolu aydınlanmasının önderlerinden insanlık tarihini aydınlatan kandilin fitili Hacı Bektaş’ın nasıl yaşadığına neler yaptığına, kısaca yaşam öyküsüne bakalım.
O doğduğu Nişabur’dan en geç 1221 yılında ayrılmak zorunda kalmıştır. Aile çevresi ve yandaşlarıyla birlikte. Bu dönemde olsa olsa henüz 14-15 yaşlarındadır. Nişabur’dan ayrılmak zorunda kalmalarının nedeni ise doğudan gelen Moğollarıdır. Nişabur, Moğullarca 8 Nisan ayının ikinci haftası (1221 kuşatılmıştır. Hacı Bektaş bu tarihten önce Nişabur’dan ayrıldığını söyleyebiliriz. Çünkü şehir 1220’de şehir surlarından atılan ok ile vurulan Tokuçar’ın ölümünden dolayı 400 zanaatkar hariç bütün halk cezalandırılır. Katledilir. Şehir yıkılıp yerle bir edilir. Yıkıntılar çift sürer gibi sürülür. Yeraltı mağaraları sularla doldurularak aralara saklananlar boğdurulur.
Nişabur’un bu acı sonu Hacı Bektaş’ın ve aile çevresi ve yandaşları ile birlikte bu tarihten önce ayrıldıklarını gösterir. Nişabur’un Moğollarca kuşatılması ve alınmasından Hacı Bektaş buradan ayrılmış ve batıya göç etmiştir. Batıda geldikleri yer ise İsmail’i Devleti topraklarıdır ki, İsmail’i kalelerine sığınmışlardır.
Soyu imam Musa Kazım’a kadar uzanan Hacı Bektaş, Nizari İsmaillilerce kalelere alınmazlık yapamazlardı. Ve geldikleri Kuhistan bölgesindeki kalelerden birine sığınmışlardır. Bu kalelerde Hacı Bektaş Şemsettin Tebrizi ile tanışır. Ve ilk eğitimine böylece başlamış olur. Batiniliği devlet eğitimi olarak örgütlemiş İsmaillilerden batini eğitimi almamış olması düşünülemez. Burada başladığı eğitimi Alamut Kalesinde tamamlamış ve dava misyonu yüklenip seferlere çıkmıştır. Bir dahi olarak seferlere çıktığını velayetnamede anlatılan olaylar göstermektedir. Bu eğitimler çerçevesinde askeri felsefi, bilim alanlarında eğitim gördüğünü söyleyebiliriz. Ahmet Yesevi’nin onu sözde oğlu Kudbeddin Haydar’ı kurtarması için gönderdiği Bedehşan savaşına ilişkin keramet söylencesi gerçekte Şemseddin Tebriz’inin 1226 yılında yönettiği ve zaferle sonuçlandırdığı Sünni Sistanlılarla yapılan savaştan başkası değildir. Hacı Bektaş Veli 18 yaşında katılmıştır. Şemseddin Tebrizi ile ilişkisi Kuhistan’da sığındığı kalede başlar.
1183–84 ile 1247–48 yılları arsında yaşamış Şems, Hacı Bektaş’ın ilk öğretmenlerinden biridir. Vilayetnamede birbiriyle çelişen bir yığın bilgiyi doğru kabul etmek akıl karı olamaz. Hacı Bektaşi hakkında bilinen temel yanlışlardan başında onun Ahmet Yesevi’nin müridi olduğu ondan ya da Yesevi tarikatı pirlerinden birinde, el alıp Anadolu’ya geldiği ve Anadolu’yu Türkleştirmek Türkçeyi yaymak için geldiğidir. Ahmet Yesevi ile ilişkileri olmamıştır. Belki bir ihtimal Nişabur Moğollarca kuşatılmadan önce aynı kentte yaşayan Lokman Perende’den henüz çocuk iken okuma yazma öğrenmiş olabilir. Bunu doğrulayan herhangi bir belge olmamasına rağmen ihtimal dahilinde düşünülebilir. Fakat bu bile onun Yesevi yolunun yolcusu yapabilir mi? Hayır. Ve Anadolu’ya Yesevi tarikatı tarafından gönderilmesi de düşünülemez. Hacı Bektaşi Veli Anadolu’ya bir görev için gönderilmiş. Ne Türkleştirmek ne de Türkçeyi yaymaktır amacı. Anadolu ya gelir gelmez ilişkiye girdiği kişiler içinde yer aldığı tarihi olaylar ve düşüncesi ve öğretisi hiçbiri bu iddiayı doğrulayamıyor.
Elbette Hacı Bektaş’ın doğum tarihini 1247 yılını gösterilmesi boşuna değildir. Bu tarihte doğan Hacı Bektaş tam istedikleri gibi olur.
Fakat bu görüşe göre 1247’de doğmuş olmasına karşın Ahmet Yesevi’den el almış olması bir sakınca yaratmamış. Fakat bu tarihte ısrar etmelerinin asıl nedeni Hacı Bektaş’ın isyancı kişiliğini savaşçı yanını ve suçlara karşı Babai halk ayaklanmasına katılmamış olur. Bu tarihte doğmuş Hacı Bektaş yaptığı içinde yer aldığı bir sürü tarihi olayın içinde yer almamış fakat diğer yandan bambaşka bir kişilik olmuş olacak. Bu kişilik mesela Ahmet Yesevi, ya da Yesevi Dergahı çevresinde yetişmiş olabilir. Ahmet Yesevi ya da Dergah pirlerinden birinden el alıp Türkleştirmek ya da Türkçeyi yaymak için gelebilir. Buna göre seçilebilmek için dar-ı üzerinde namaz kılıp tek dar- ı tanesini yerinden kımıldatmadan keramet gösterebilir. Namazında niyazında bir zahit kendini diyanete vermiş aşırı din düşkünü bir sofu, dünya işlerinden el çekmiş biri, Babai ayaklanmasında korkup saklanmış bir derviş ve sonradan ortaya çıkmış bir meczup. Beylerle paşalarla anlaşmış biri, Osmanlının kuruluşunda yer almış Osmanlı işbirlikçisi olabilir. Orada çelişkili yanlar olsa da fark etmez. 1247 de doğmuş olsa da Babai ayaklanmasında korkup kaçması sakıncalı olmaz. Peki, neden böyledir? Kendi içlerinde bile tutarlı olmayan bunca yanlış neden bugüne kadar ısrarla söyleniyor? Elbette bunun bir anlamı var. Her şeyden önce Hacı Bektaş’ın bu sisteme karşı oluşu. Sömürü baskı zulüm, iktidarlarına karşı Halkın düzenini kurma kavgasının içinde olması ve paylaşımcı, ortakçı, eşitlikçi düşüncesinin öğretisini geliştirilmesi etkisiz hale getirilmesi ve halkın gönlünden bilincinden çıkarmak içindir tüm bunlar.
Anadolu’ya geliş, Babai ayaklanması ve sonrası!
Hacı Bektaş seferlere çıkmaya başladıktan sonra birçok yere sefer eylemiş ve bu seferlerden en sonuncusunda Anadolu’ya yapmıştır. Bu Alamut yönetiminin onu son görevlendirmesidir. O’nu Anadolu’ya gönderen Ahmet Yesevi değil, Nizari İsmail devleti yönetimidir. Yani Alamut’dur. Ve Anadolu’yu Türkleştirmek Türkçeyi yaymak için gelmemiştir. O, Alamut’tan Horasan’lı Baba İlyas’a yeni bilgiler getirmiş ve onun hizmetine girmek için gelmiştir.
Bizans ve Selçuklular arasındaki düşman siyaseti, Selçuklu sultanlarının taht kavgaları ve Selçuklu yönetiminin yozlaşmışlığı arasında sıkışmış garip halkların can ve mal güvenliği yoktur. Ağır vergiler arasında ezilmişliği yetmediği gibi ayrıca Selçuklunun il erleri adı altında örgütlediği çetelerin yağma talan ve soygunları hayatı daha çekilmez hale getirmiştir. Bir yandan sömürü diğer yandan baskı ve zulüm. İki koldan birden mazlum halkın sırtında kırbaç, sofrasındaki ekmeği çalar durur. Zulüm ve sömürü çarkları hiç durmadan çalışır durur.
Yerleşikler, böyle sefalet içindeyken göçlerin durumu da hiç farklı değildir. Tarlalar ekilmez, sürüler sürülmez. Ne yaylalar ne de kışlalarda hayat güzeldir. Çünkü halk bir lokma ekmeğe muhtaçtır bu hareketli topraklar ekilip biçilmez haldedir. Ve bir tek politikalardır egemenlerin elinde. Ve böyle olunca Anadolu halkı isyana durur.
İsyan umuttur Anadolu’da. Ondan dağları hiç boş kalmamıştır. Ve Baba Resul (İlyas) halifeleri Baba İshak’la birlikte yedi sekiz yıldır ilmek ilmek Anadolu’ya isyan kıyafetini örerler. Ağır ağır isyan hazırlıkları başlamıştır ve bu isyan arifesinde mazlum halklar yoksulluk içinde sersefil, yozlaşmış iktidarlar şehvet içinde gününü gün ederken Hacı Bektaş-i Veli Anadolu’ya ayak basar. Yerleşik ve göçer Türkmen, Kürt ve Bizans halkları bu umudu birlikte büyütürler. Baba Resul’ün adında o gücün farkına varırlar.
Anadolu halkının umudunu büyüten Babai önderler birer Batini Dai’dirler. Alamut tarafından Anadolu’ya gönderilen Hacı Bektaş’ın gelip görüşeceği tanıştığı bütün liderler de öyledir. Baba İlyas Anadolu’da Baş Dai’dir ve Hacı Bektaş, Alamut tarafından yeni bilgiler getirmiştir Baş Dai’ye. Ve Anadolu’ya girişi de Baba İlyas’ın Piri Dede Gargın’ın dergahını ziyaret eder. Ve burada Baba İshak’la tanışır. Ve beraber Baba İlyas’ın dergahına girerler.
Dede Gargın Fatimi İsmaililerin 955 yılı listelerinde Baş Dai’si olarak geçen Abu’l-Vefa’nın yolağındadır. Bu yanıyla Hacı Bektaş ın Abu’l-Vefa yolağından dede Gargını ziyaret ederek Anadolu ya adım atması Babai önderlerinin ve Hacı Bektaş’nın İsmaillilerle ilişkilerini göstermesinin dışında ayrıca dosta düşmana tanıtarak girmesi anlamına gelir. Dede Gargın’a uğramasıyla (geyik derisinden elif-i taç) giyer. Ve Dede Gargın’dan nasip alır. Baba İshak’la da burada tanışır. Ardından zaman yitirmeden Amasya’nın yolunu tutarlar.
Anadolu da bu ayaklanmayı Batini Dai’leri örgütlemişlerdir. Ve bu ayaklanmalardan Alamut haberdardır. Fakat bunun Alamut’un örgütlediği ya da kendi siyaseti gereği yaptırdığı sonucu çıkmaz. Başka bölgelerdeki yönetim şekillerinden de görüleceği üzere, değişik bölgelere sefer eyleyen Dai’ler kendi bölgelerinin sosyal siyasal ekonomik durumuna göre hareket ettikleri görülmüştür. Belki kimi yerlerde Fatımi İsmaillilerin kısmi maddi yardım almışlardır, fakat Babai ayaklanması o günkü şartlarda oluşmuş bir harekettir. Yedi-sekiz yıllık bir emeğin örgütlemenin sonucu gerçekleşmiş bir harekettir. Ve Hacı Bektaş geldiği zaman isyanın arifesidir. Son hazırlıklar tamamlanmaya başlamıştır ve Hacı Bektaş bu hazırlıklar içinde sorumluluklar almaya başlar.
Henüz yeni gelmesine rağmen kısa sürede halklar tarafından benimsenir. Bilgisi görgüsü, oturup kalkması, edep ve erkanıyla, siyasi ve askeri görüşleriyle kendini sevdirir. Ve Baba Resul’un emrinde Bizans sınır boylarında yaşayan Türkmenler arasında çalışmaya başlar. Ve baba resul onu Karacaahmet’e peyik olarak gönderir. Bu görüşmelerden sonra sınır boylarında yaşayan Türkmenler ve Gaziyan-ı Rum (Rum gazileri) ile Bacıyan-ı Rum (Rum bacıları) örgütlülüklerini ve Bizanslı yoksul köylü halklarda isyana dahil eder. Ve artık yakalanmanın tüm hazırlıkları tamamdır. Anadolu’nun dağları ve ovaları yoksul halkın gülen gözleri, büyüyen umutları gibi isyan renginde çiçeklenir, açar. (Bu edrak-ı bi idrak neden) der halk ayağa kalkar. Sömürüye zulme dur der. Kendi düzeni için çeşitlikçi, ortakçı bir yaşam için isyana dururlar. Çok yener çok yenilirler fakat bu (baldırı çıplaklar) Selçuklunun saltanatını temelinden salarlar. Selçuklu yoksul halkın açlık kokan nefesini ensesinde hisseder. Hacı Bektaş bu kavgada Sivas’ta yapılan savaşta kardeşi Menteş’i yitirir. Ve Konya önlerinde yapılan son savaştan önce ayaklanmanın önderleri ayaklanmanın bastırılacağı öngörüsüyle Hacı Bektaş savaş alanının dışında güvenilir bir bölgeye çıkarlar. Ayaklanmadan sağ kalan bakileri, Kalender’i ve Haydari dervişleri bölgenin yoksul halkına moral vererek örgütleyecek lider olarak görevlendirilirler. Ve Hacı Bektaş yıllarca bölgeden bölgeye Çepni Türkmenlerinin arasında saklanarak katledilmekten kurtulur.
Son savaş Babai önderlerini haklı çıkarır. Babailer yenilirler ve yıllarca bölgede Babai avı başlar. Dağ taş her taraf Babai avı ile aranır taranır. Nerede bir Babai görülse kanı heder edilir. Ve yıllarca zulmün elindeki kılıç Babailerin al kanlarıyla parlatıldı. Fakat Selçukluların temeli bir kez sallanmıştır. Görüşünün aksine sallanıp durmaktadır. Ayaklanmadan yaklaşık olarak 5 yıl sonra Anadolu’ya ulaşan Moğol akınlarına karşı koyacak gücü kendinde bulamaz. İlk savaşta yenilirler. Ve ondan itibaren Moğolların bir üç beyliği haline gelir. Tamamen yıkılıp gitmesinin üç beyliği şeklinde olsa ayakta kalmasının tek nedeni Moğolların siyasetinden kaynaklıdır. Bölge haklarının kendilerine karşı direniş göstermesi yüzünden kendi adlarına Selçuklunun ayakta kalarak Anadolu’yu yağmalamaları için yaşamasına izin verirler. Moğol desteği ile de buna rağmen çok uzun yaşayamaz.
Diğer yandansa Babai ayaklanması önderlerince savaş dışına çıkarılan Hacı Bektaş ayaklanmanın üzerinden on yıl geçmeden dergahını Sulucakarahöyük’te, yani bugünkü Nevşehir’in Hacı Bektaş ilçesini kurar. Kısa sürede bölge halkını Türkmen Bizans ve Kürtleri ve ayaklanmadan şans eseri sağ kalan Babai bileşenlerini etrafına toplar. Ve dergahını kurduğu andan itibaren de Sulucakarahöyük bilim, felsefe, eğitimleri ve Moğol istilasına karşı direniş örgütlemesinin merkezi olmuştur.
Anadolu’nun bağrına saplanmış bu kara saplı hain hançeri, Moğolları ve onun işbirlikçi Selçuklu sultanına karşı direnişi örgütleme faaliyetine başlamıştır. Anadolu beylikleri halk örgütlülükleri tasavvuf, ahi ocakları Mevleviler vb. bütün halk örgütlülüklerini Selçuklu sultanlarından Moğol karşıtı olanları ve bölge halkını bu direnişte birleştirmesinin politikasını üretmiştir. Bu birliktelik sağlandığı birlikte hareket edildiği zaman Moğol işbirlikçisi Selçuklu sultanı yenilir. Ve saltanatı elinden alırlar. Fakat bu kısa süreli olmuştur. Hacı Bektaş’a göre Moğol belasına karşı güçlü bir direniş ancak ve ancak birlikten geçer. -Bir olalım, iri olalım, diri olalım- sözü bu siyasetin adıdır. Ve buna da ancak güçlü birleşik bütün kesimleri birleştiren merkezi feodal bir devletin gerçekleştireceğine inanır bunun kavgasında verir. Bu direniş cephesini mümkün oldukça genişletmeyi amaçlamıştır. Çünkü halkın can ve mal güvenliğinin sağlanmasının tek yolu Moğolların sökülüp satılmasıyla sağlanacağının farkındadırlar. Ve bunun için her kesimle ilişki yürütür. Ve Moğollara karşı direnişinin önderi odur. Bu kapsamda Mevlana’yla da görüşür. Fakat Mevlana’yı bu direnişe dahil edemez. Bunu başaramamasının nedeni ise Mevlana’nın kişiliğinden kaynaklı olmasıdır. Çünkü halk Mevlana’yı ilgilendirmez. Onun arkadaşları halk değil, egemenlerdir. Bu ilişkileri hem Bektaşi hem Mevlana kaynaklarında görebiliyoruz. Basit bir örnek – Hacı Bektaş dervişlerinden birini Mevlana’ya yollar. Ve Mevlevi kaynakları bunu anlatırken Mevlana’nın üstün kerametleriyle anlatırlar. Mesela bu dervişe Hacı Bektaş burada olsaydı boğazını sıkardım diyen Mevlana aynı zamanda Hünkarın dergahında Hacı Bektaş’ın boğazını sıkar. Bektaşilerde farklı anlatır. Ama esas olan ise Hacı Bektaş’ı Mevlana hiç sevmez. Hem de boğazını sıkacak kadar. Buna rağmen, Hünkar ona tekkesinden dışarı çıkmasını ve halkın durumunu, halkın akan kanını görmesini ister. O ise ‘’başımızı ayak yaptık, Ceyhun tarafına koşuverdik …’’ diye cevap verir. Ceyhun tarafından gelenler Moğollardır. Köse dağı savaşını kazanıp Anadolu’ya girenlerdir. Ve ortadan kaybolduğu zaman bir yıl arkasından ağlayıp duran Mevlana Şemsi’n katili Moğollarla aynı sofrada oturmayı yadırgamaz. Ve onlara karşı direnişte yer almaktansa, egemenlerin safında olmayı seçer.
Hacı Bektaşı Veli’nin öğretisi insana dairdir. Onun kıblesi insandır. Her ne aramışsa insanda aramıştır. Hacda Mekke’de değil keramet beklediği insanadır. Umut bağladığı insandır. Umutludur o, umutsuzluğu halkına yakıştırmaz. Onun umudu da insanadır. Ve öğretisi bunun üzerinedir. O dünyanın merkezine insanı koyar ve herkes birdir onun nazarında. Genci, yaşlısı, kadını ve erkeği birdir. Birini diğerinden üstün görmez. Dil, din, ırk, renk ve cinsiyet farkı gözetmez. Halklar kardeştir onun nazarında. İnsanı kırmamayı, kem söz söylememeyi ve iftira atmamayı öğretir. Eline, beline ve diline hakim olamayan ayin-i ceme katılmaz. Onların yeri yoktur cem erkanında. Ona göre (gerçekten bir kişinin kalbini kırmış, bir insanı öldürmüş demektir.) Onun için onun öğretisi sevgi üzerinedir. Ona göre tanrıyı arayan sonunda insanı bulur. Ve doğada her ne varsa insanda da vardır. Ona göre evrenin ve tanrının her sırrı insanı aynı biçimde açıklanamaz.
(İlimle gidilmeyen yolu, yolun sonu karanlıktır.) der. Ve ilimle insanları eğitip dönüştürmeyi, bilimle de sabır göstermeyi öğretir. (Her şeyin büyüğü ilim ve bilimdir. Çünkü ilimle hakka yol bulunur. Bilimle de (yumuşaklık) halka tahammül edilir). Sözü bu anlama gelmektir. Çünkü ona göre insanlar iki kısımdır. Biri kal ehlinden olanlardır diğeri de hal ehl-inden olandır.
Kal Ehl-i olanlara; evrenin sırları bir seferde açıklanamaz. Onun için kal Ehl-i olan insanlar ilimle eğitmek gerek. Hal Ehl-i ne geçenler bu sırlara vakıf olabilir ve idrak edip sindirebilirler. O ilim irfan sahibidir. Ve onun dergâhı, bilim ve felsefe merkezidir. Ve o doğa ile diyalektik bağ kurarak insanı onlarla eşleştirir. Doğada dört unsur vardır. Toprak, su, ateş ve yeldir bunlar. Dört unsura dört bölük insan gelir. Bu dört bölük insan iki kısma denk gelir. Her birinin ayrı ayrı halleri, ibadetleri ve arzuları vardır. Kavrama yetenekleri ise farklı farklıdır. Sezgileri birbirine benzemez. Dört bölük insan; Abidler, Zahidler, Arifler ve Muhiplerdir. Bunlar aynı zamanda dört kapıya denk gelenlerdir. Her kapıda da on makam vardır. Yani evrenin sırlarına vakıf olanlar ancak bu dört kapıyı ve kırk makamı geçenlerdir. Bu dört kapıyı kırk makamı geçen hakka ulaşır, onunla bütünleşebilir. Hallaç-ı Mansur’un” Enel Hak” dediğine gelir.
Abidelerin aslı yeldir, kavmi şeriat. Dört kapının ilki şeriattır. Zahitlerin aslı ateş, kavmi tarikattır. Ariflerin aslı su, kavmi marifettir. Muhiplerin aslı toprak, kavmi hakikattir. Bunlardan Abidler, Zahitler, ve Arifler Kal Ehl-i dir. Muhipler İse Hal Ehl-i dir. Kal Ehl-i inden Hal Ehl-ine geçme eğitimi verir. İnsan ve doğa diyalektiği dört maddeden ibadet değildir ona göre. Evrende arş vardır, insanda ise baş. Arş yedi kattır. İnsanda da yedi kat vardır. Bunlar deri, sinir, et, damar, kan, kemik ve iliktir. Bu katların her biri arşın her katına denk gelir. Gezip gördüğü her bölgeyi, o bölge özelliklerinden yola çıkarak insan organlarıyla eşleştirir. Bütün bunların dışında o bir Batini Dai’dir vahdet-i vücududur. Madde ruh birlikteliğini savunur. Ona göre maddeyi ruh yaratmamıştır. Birlikte vardırlar hatta madde ruhtan bir adım daha öndedir. Bu Hallaç’ın iki kelime ile açıkladığı şeydir. Yani bütün bu öğreti sistemi ‘’enel-hak’’da gösterir. Peki, neden böyledir? Neden bu kadar karışık dolambaçlı yoldan bu sırrı açıklama mecburiyetinde kalmışlardır. Bunun cevabı Sünni, şeriatçı yönetimlerin olmasından başka bir şey değildir.
Bu baskılar sonucu Batini inancı gizli, uzun bir eğitim programı çerçevesinde, basitten karmaşıklığa doğru verilmek zorunda kalınmıştır. Batıniliğin ortaya çıkışı ve ezilen halkların ortaklaşa yaşamın kavgasını vermelerinin ideolojisi haline gelmesi farklı bir durumdur. Bu noktaya Batinilik de ilk çıktığı gibi kalmamış gelişmiştir.
Ve Batiniliği ortaya çıkaran koşullar peygamberin (Muhammed) in ölümünden sonra ortaya çıkan sorunları çözmek için çeşitli ilimler gelişir. Ve Tasavvuf ilmi de böyle doğar. Tasavvuf İslam felsefesinin (düşünürleri) maddeci düşüncesiyle birleştiği noktada Batinilik gelişir. Kutsal kitabın gizli anlamlarını açıklama ihtiyacından doğmuş ve zamanla kerameti, sosyal halk hareketleri düşüncesiyle birleştiği oranda gelişmiş, değişmiş tasavvuftan ayrılmıştır
İslami düşüncesinde felsefenin maddeci yanını Batinilik oluşturur. Buna göre ortaya çıkışı ise yukarıda değindiğimiz gibidir. Ve peygamberin ölümünden sonra ortaya çıkan sorunlara güncel-sorunlara çözüm bulmak için değişik ilimler ortaya çıkar. Hadis, Tefsir, Fıkıh, Tasavvuf gibi ilimler bu sebepten ortaya çıkmıştır. Mesela fıkıh hukuk alanındaki sorunları çözmek için çıkmıştır. Tasavvuf ilimi ise aykırı görüşler arasındaki tartışma gereğinden doğmuştur. Yani zorunluluktan doğmuştur. Tasavvuf açık düşünceyi tartışma, kelam’ı gizli düşünceleri tartışmada Batiniliği doğurmuştur.
Ve zaman içinde gelişerek ezilen halkların hak alma kavgasının ideolojisi haline dönüşmesinin yanında Vahdet-i vücut felsefesidir. Aynı zamanda ve bu yanıyla Hacı Bektaş’ın dergahında sömürü ve zulüm düzeninin karşısında alternatif ve muhalif bir örgütlenmedir. Bektaşilik de böyledir.
Hacı Bektaş müritleri onun ölümünden yüzyıl sonra, Balım Sultan döneminde Bektaşilik adı altında tarikatlaşırlar. Ve Sulucakarahöyük dergâhı talipleri ve müritleri-mürşitleri halen Bektaşi olarak bilinirlerdi. Balım sultan zamanında bu gelenekler ve Hünkar’ın öğrettiği belli yasalar çerçevesinde kurallara bağlanır. Ve Bektaşi adını alırlar. Fakat Bektaşilik öğretisi felsefesi Hünkar’ın öğretisinin dışında bir şey değildir. Siyasi duruşu da öyledir.
Sonuç yerine; Anadolu Aydınlanmasının önderleri gelecek kuşaklara taşıyanlar düşünürler. Bilgeler, ozanlar olmuşlardır. Bu nedenle onlar halkın gönlünün sultanı, Hünkar-ı, Piri, Dai’si, Dedesi, Abdal’ıdırlar. Bu aydınlanmayı yaratanlar halkın kavgasına önder, savaşçı olanlar bu aydınlıkta bir damla su, bir mum ışığı kadar geceyi aydınlatanlar halkın bilincinde, gönlünde hak ettikleri yerde yaşamışlardır. Ve Egemenlerin baskılarına zulümlerine de uğramışlardır.
Eserleri tahrip edilmiş. Yakılmış, yok edilmiş, çarpıtılmış yasaklanmıştır. Bu yetmemiş onlar katledilmiş, zindana atılmıştırlar. Egemenler bu aydın, önder savaşçılar hakkında, karalama, çarpıtma kampanyası başlatmış ve sonuçta ortaya bambaşka bir kişilik, başka bir yaşam öyküsü eylemlilik düşünce çıkarmıştır.
Bu saldırıdan nasibini almayan Önder yoktur. Ve Hacı Bektaş da bu noktada en fazla karalanan düşünceleri inançları ve öğretisi değiştirilmiş, yolu başka rafa oturtulmuş olanlardan biridir. Adeta başka Hacı Bektaş yaratılmıştır. Bu egemenlerin yüzyıllardan bu yana Alevi Bektaşi önderlerini pasifleştirme politikası devam etmektedir.
Her yıl ağustos ayının üçüncü haftası Hacı Bektaş’ta üç gün süren etkinliklerde ortaya çıkan tablo da budur. Dört bir yandan etkinliklere katılan Alevi Bektaşi’ler, Hünkarın keramet eylediği yerleri, gözünün değdiği, izinin görüldüğü bu toprakları kutsamaya gelirler. Yani Hünkar’ın değimi ile ‘’Batıldan Hakkı seçmeye’’ gelirler. Gönüldeki muratları, dildeki dilekleri, ona söylemeye ondan yeni kerametler göstermesini istemeye zamanın mehdisi olarak zuhur etmesini dilemeye gelirler. Yaklaşık yediyüzelli yıl önce; ‘’Bilimle Gidilmeyen Yolun Sonu Karanlıktır’’ diyen Hünkar’a bu yapılabilecek en büyük kötülüktür. Egemen sınıfların Hünkar’a yaptığı karalama, çarpıtma saldırısına ortak olmadır. Hünkar’ın yolunun yolcusu olmamaktır. Bu onun gösterdiği ışığa yürümemektir. Onun yaktığı o kandili söndürmektir. Bu kal ehli olarak kalmayı seçmektir. Bu Muhip olmamaktır. Bu bir çarkın içinde erimeyi seçmektir ve bu incitir Hünkar’ı. Çünkü bu bütün yaşamını sömürü ve zulüm çarkının yok edilmesine adamıştır.
Peki, bunun tek sorumlusu egemenler midir? Elbette değildir. Bunda bugün kendi çıkarları için bürokrasi batağına saplanmış Alevi Bektaşileri, soldan sağa düzene yedeklemeye çalışan Alevi Bektaşi önder ve aydınlarının da büyük payı vardır. Alevi Bektaşilerinin esas yolu Hünkar’ın yürüdüğü yoldur. Ve bilimle gidilmeyen, zulme sömürüye karşı durulmayan o yollar Hünkar’ın yolları değildir. Bugün tüm bu olumsuzluğa rağmen Hünkar’ın halen anılıyor olması elbette çok olumludur. Yüzyıllardır baskılardan başını kaldırmamış bu halk kendi hak düzenin kurulması için kavga edenleri, bedel ödeyenleri en güzel yerde yaşatarak bugüne taşımış olması elbette olumluluktur.
Türkan Doğan
Yararlanılan Kaynaklar:
Anadolu Bilgeleri/ İsmail Kaygusuz
Düşünce Tarihi / Orhan Hançerlioğlu
Felsefe Ansiklopedisi/ Orhan Hançerlioğlu
Türk Felsefe Tarihi / Bayram Kaya