Halkı ve devrimcileri teslim almayı hedefleyen 12 Eylül faşist cuntası için hapishaneler stratejik öneme sahiptir. Çünkü faşist generaller bilmektedir ki; devrimcileri teslim alabilirse, susturabilirse ancak, tüm halkı susturabilir. Faşist cunta ile birlikte yüzbinlerce insanın tutuklanarak hapishanelere konulacağını da hesaba katan cuntacılar, daha 12 Eylül gelmeden hapishanelere yönelmişler, açık faşizm döneminde hapishanelerin kendileri için ayak bağı olmamasını istemişlerdir. Bu çerçevede cuntanın hemen öncesinde Mamak, Diyarbakır ve Davutpaşa askeri hapishanelerine saldırarak devrimcileri teslim almak istediler. Bu saldırılar karşısında Mamak fazla bir direniş göstermeden teslim oldu. Diyarbakır’ın durumu da Mamak’tan farklı olmadı. Oligarşi Davutpaşa Askeri Hapishanesi’ne yaptığı saldırılarda ise umduğunu bulamadı. Saldırı direnişle karşılandı ve püskürtüldü.
Davutpaşa’daki direniş, Ramazan Bayramı’nda tutsakların açık görüş hakkının gasp edilmesi üzerine başladı. Hak gasplarına karşı direnişe geçen tutsaklara, faşist Binbaşı Adnan Özbey’in başını çektiği eli sopalı ve silahlı askerler tarafından saldırıldı. 70 kadar devrimcinin kurşunla yaralandığı, her tarafın kan gölüne döndüğü bu saldırıda Devrimci Sol militanı Halil Aydın’ın aldığı yaraların tedavi edilmemesi sonucu bir bacağı kesildi. Saldırıyı fiili direniş ile karşılayan tutsaklar, ardından açlık grevi ile direnişlerini sürdürdüler. 9 gün süren direniş sonucu gasp edilen haklarını geri alan tutsaklar, devrimcileri teslim almaya yönelik bu saldırıyı zafere dönüştürerek, 12 Eylül sonrası devrimcilerin tavırlarının nasıl olacağının mesajını iletiyorlardı.
Faşist cunta döneminde ise devrimci tutsaklara yönelik saldırılar Mamak, Diyarbakır ve Metris hapishaneleri üzerinde yoğunlaşıyordu. Birçok siyasi yapının önder ve kadrolarının buralarda olması ve diğer hapishanelere oranla tutsakların kitleselliği nedeniyle bu üç hapishane cunta için ayrı bir öneme sahipti. Buralarda politikalarını hayata geçirir ve başarılı olurlarsa tüm Türkiye hapishanelerini rahatlıkla teslim alabilirlerdi.
Cuntayı yenilmez bir güç olarak gören, ve özgücüne güvensiz oportünist-revizyonistler daha baştan cuntanın bu saldırıları karşısında gerileyerek, teslimiyete varacak olan yolda ilerlemeye başladılar. Cunta, ağırlıklı olarak Devrimci Yol’un bulunduğu Mamak ve Kürt milliyetçilerinin bulunduğu Diyarbakır Hapishanesi’nde istediğini elde etmiş, tutsaklar teslimiyet bayrağını çekmiş ve ihanet kol geziyordu. Özellikle Mamak teslimiyetle birlikte anılır olmuştu. Faşist cunta, Mamak deneyiminden çıkardığı dersler ve elde ettiği başarı sonucu, kazandığı güç ve moralle diğer hapishaneler üzerinde de dizginsiz bir saldırı dalgası başlatıyordu.
Adı direnişlerle anılacak olan Metris Hapishanesi 1981 yılının Nisan ayında açıldı. Daha Metris Hapishanesi’nin açıldığı duyulur duyulmaz Devrimci Sol tutsaklarının önerisiyle bazı siyasi yapıların da katıldığı, Metris’e sevk edildiklerinde “Hiçbir yaptırıma uyulmayacağı, gidenlerin baskı, işkence ve yaptırımlar karşısında hemen açlık grevinin başlayacağı, sonradan gidenlerin de bu açlık grevine katılacağı” kararı alınmıştı. Bazı aksaklıklar olsa da bu karar uygulandı. Metris’te, Metris’in kapısından adım atar atmaz işkence ve dayakla karşılanan tutsakların başlattığı direniş 50 kişiyle başlamış ve sonrasında bu sayı 200’ün üzerine çıkmıştı. Direniş karşısında düşman geri adım atmak zorunda kalmış ve direniş zaferle sonuçlanmıştı.
Devrimci Sol, direniş geleneğini kısa sürede Anadolu’daki hapishanelere de taşıyarak, genel hapishaneler direnişinin tohumlarını atmış, birçok hapishane Metris direnişinin yenilmezliğinden aldığı moral güçle ya olumsuz koşulları geri çevirmesini bilmiş ya da baştan itibaren direniş hattında tutunmuştur. Mamak ve Diyarbakır hapishanelerinin ilk saldırılarda teslim alınması, Metris direnişinin önemini bir kat daha arttırmıştır.
Devrimci Sol tutsakları hemen hemen bulundukları tüm hapishanelerde direnişin önünde yer alarak örgütleyiciliğini yapmışlardır. Bu dönem esas olarak direnişin önderliğini yapan Devrimci Sol tutsaklarının bulunduğu hapishaneler ise şunlardır: İstanbul’daki tüm hapishaneler, Malatya ve Elazığ hapishaneleri, Bursa, Bartın, Antep Özel Tip Hapishaneleri, Gölcük’teki hapishaneler, Çanakkale Özel Tip Hapishanesi, Sinop Hapishanesi, Afyon Hapishanesi… Devrimci Sol’un ortaya koyduğu direniş çizgisi bu hapishanelerde hayata geçirilmiştir.
Tüm Türkiye hapishaneleri açısından Metris’in önemini çok iyi bilen düşman, tutsakların gücünü bölerek, Metris’te teslim alma politikasına zemin hazırlamaya çalışıyordu. Bu amaçla 6-7-8 Temmuz’da Metris’ten, yeni açılan hücre tipi Sağmalcılar’a onlarca devrimci sevk edildi. Bu gelişmeler karşısında Sultanahmet Hapishanesi’ndeki tutsaklar karara katılan bütün örgütleri bağlayıcı nitelikte olan “Sağmalcılar’da Tek Tip Elbise dayatması durumunda hemen açlık grevine başlanacağı” kararı almışlardı. Bu karar doğrultusunda, Sağmalcılar’daki gelişmelerden sonra 8 Temmuz’da Metris’te açlık grevi başlatıldı. Birkaç gün içinde İstanbul’daki askeri hapis- hanelerin tümünü kapsayan bu eylem o güne kadarki en kitlesel açlık greviydi. Oportünizmin demokrasi hayalleri, kendine güvensizliği ve düşmanın geri adım atmayacağı gibi yanlış yaklaşımları nedeniyle bu eylem zaafa uğradı. Daha önce alınmış kararlara rağmen bunları hiçe sayan oportünist-revizyonistler apar topar açlık grevini bitirerek bu eylemi kırdılar. Bu tavırları sonucu yaşanan yenilgi düşmana yeni saldırılar için güç vermişti.
‘83 sonlarına doğru cunta artık daha fazla “demokrasi”ye, “sivil yönetime” geçişten söz etmeye başlamıştı. Çeşitli çevrelerde ve buna paralel olarak hapishanelerde de beklentiye girenler oldu.” Sivil yönetime” geçişle birlikte hapishanelerde de koşulların değişeceği umuluyordu. Bu çevreler gerçekte ne cuntanın bütün bir ülkedeki ne de hapishanelerde uyguladığı programdan, hedeflerinden, neleri başarıp neleri başaramadığından habersiz ya da bunu tahlil etmekten uzaktırlar.
Bu dönem devrimci tutsaklara yapılan saldırıların odağında Tek Tip Elbise (TTE) vardı. Düşman devrimci tutsaklara dayattığı Tek Tip Elbise ile devrimcileri kişiliğinden soyundurmayı hedefliyordu.
Emperyalizmin bir icadıydı Tek Tip Elbise. Emperyalizmin uzmanları yıllar süren hapishane tecrübelerinin sonunda “rehabilitasyon” adını verdikleri kişiliksizleştirme programında bu tür Tek Tip Elbiselerin önemli bir rol oynayacağını keşfetmişlerdi. İşte cuntanın Tek Tip’teki ısrarı bundandı.
28 Kasım 1983’te Metris’te bir genel arama yapıldı. Arama değil, tek tip provasıydı aslında. Operasyonu Metris’teki işkencecilerin başı Binbaşı Muzaffer Akkaya doğrudan yönetti. Koridorlara çıkarılan tutsaklar burada don dahil üzerindeki tüm giysileri çıkartılarak elleri arkadan kelepçelenip saatlerce bekletildiler. Tek Tip Elbise giydirilmeye çalışıldı. Tepki büyüktü.
İlk kez bu direnişte “İşkenceci Binbaşı Muzaffer’den Hesap Soracağız” sloganı atıldı. İdare beklemediği bu direniş karşısında TTE’den şimdilik vazgeçmek zorunda kaldı. Ama burayı teslim alma hedefinden vazgeçmiş değildi. Saldırıyı biraz daha zamana yaymalıydı. Yoğun olarak hücre cezaları uygulamaya başladı.
TTE gündeme geldiğinde hemen hemen tüm çevreler TTE giyilmemesi konusunda hemfikirdi. Uzun süren tartışmalar sonucunda TTE’nin “Mavi Kefen” olduğu ve giyilemeyeceği karar altına alınmıştı. Oysa alınan bu karar Devrimci Sol ve TİKB tutsakları dışındaki diğer çevreler için yalnızca kağıt üzerinde kalacaktı.
Düşman TTE’yi giydirmekte kararlıydı. Devrimci Sol tutsakları 28 Kasım saldırısı sonrasında TTE’ye karşı bir direniş mevzisi oluşturmayı hedefleyen bir öneri paketini hazırlayarak tartışmaya açtılar. Bu öneri paketi ile TTE kesin olarak reddediliyor ve buna uygun mücadele programı ortaya koyuluyordu. Buna karşı oportünistler idare ile pazarlık yapılmasını ve açlık grevine gidilmemesini öneriyorlardı. TTE’ye karşı direniş, oportünistlerin bu yaklaşımları sonucu çıkmaza giriyor ve bu tartışmalardan haberdar olan hapishane idaresi önder kadroların Sağmalcılar’a sevkini hızlandırıyordu.
TTE’ye karşı direnişi başlatabilmek için oportünizmin ikircikli ve kararsız yaklaşımları sonucu aylarca süren tartışmalar yaşandı. Konuşulmadık, tartışılmadık hiçbir konu kalmadı. Tartışmalar tam bir çıkmaza girmişti. Bu sürecin sonunda Devrimci Sol ve TİKB tutsakları tarafından, dayatılan onursuzluk ve kişiliksizleştirmeye karşı ÖLÜM ORUCU direnişinin başlatılması karar altına alındı.
Oligarşinin hapishanelere yönelik politikalarını paramparça ederek etkisizleştirecek olan Ölüm Orucu eylemi 13 Nisan 1984’te Devrimci Sol ve TİKB tutsakları tarafından başlatıldı. Direnişin başlamasıyla birlikte düşman aynı gün Metris’te direnişçileri koğuşlarından çıkartıp işkenceden geçirerek hapishanenin Sibirya denilen bölümüne alarak tecrit etti.
Düşmanın direniş taleplerine ilişkin tüm yalan ve demagojilerine rağmen Devrimci Sol tutsaklarının talepleri çok açık ve netti. Bunlar;
- Cezaevlerinde işkence ve baskı son bulmalıdır.
- Savunma hakkı engellenmemelidir.
- Siyasi tutsaklara uygulanan Tek Tip Elbise uygulamasına son verilmelidir.
- İnfaz yasası tutuklular lehine düzeltilmelidir.
- Cezaevinde yaşam koşulları düzeltilmelidir.
- Siyasi tutukluluk hakkı verilmelidir.
Ölüm Orucu direnişi kademeli bir programa sahipti. Çünkü bu savaş zindanlarda küçük çaplı bir savaş olmayacaktı. En ilerisinden en gerisine, önderliğiyle, kadroları ve taraftarlarıyla tüm direnişçiler, tüm güç bu savaşta en iyi biçimde mevzilendirilmeliydi. Çatışma hem olabildiğince kitlesel hem de olabildiğince uzun bir sürece yayılmalıydı.
Hapishanedeki tutsaklar farklı alanlardan gelmişlerdi, bilinç düzeyleri, kararlılıkları, deneyimleri farklı farklıydı, bir savaş bunları hesaba katmalı ve herkesi istihdam edebilmeliydi.
Eylem 30. güne kadar tüm direnişçilerin, tüm Devrimci Sol ve TİKB davası tutsaklarının katılımıyla sürecekti. İkinci bir grup ise Ölüm Orucu’nun başlayacağı 45. güne kadar sürdürecekti eylemini. 45. günde ise Ölüm Orucu ilan edilecek ve 1. Ölüm Orucu Ekibi direnişin bayrağını omuzlayacaktı.
Ama yine yalnız olmayacaklardı. 30. günde eylemi bırakan direnişçiler 15 günlük aradan sonra yeniden Ölüm Orucu’na (ÖO) destek direnişine başlayacaklardı…
İkinci Ölüm Orucu ekibini oluşturacak tutsaklar ise, 45. gün açlık grevine ara verip, 10 gün sonra yeniden başlayarak sonuna kadar gideceklerdi.
Destek eylemleri ise 10 gün ara, 10 gün destek biçiminde ÖO bitimine kadar devam edecekti.
Bu program hemen hemen hiç aksatılmaksızın uygulandı.
Metris’in Sibiryası’nda ve Sağmalcılar hücrelerinde işkence, baskı dolu 45 günü geride bıraktı direnişçiler. Açlığın 30-40. gününe gelmiş direnişçilere işkence yapmaktan geri kalmadı düşman. Sık sık tecrite atma uygulamasına başvurdu. Ama direnişi zayıflatmak bir yana kararlılığı biledi.
Örneğin 30. ya da 45. günü bitirip açlık grevini sonra erdirenler tecrite atıldıklarında bu kez de koğuşlara verilmeleri için hemen yeniden açlık grevine başladılar.
Dökülmeler, bırakmalar da oldu elbette. Ama ölüme kararlılıkla yürünüyordu yine de. Direniş her geçen gün güçleniyor, düşmanı her geçen gün daha fazla sarsıyordu.
Tarihler 30 Mayıs’ı gösteriyordu şimdi. 45. günün sabahı.
Havalandırma Devrimci Sol ve TİKB tutsaklarının yeni bir anonsuyla çınlıyor. Ölüm Oruççuları açıklanıyor bu kez.
Devrimci Sol Davası tutsaklarından 14, TİKB Davası tutsaklarından 3 kişinin Ölüm Orucu’na başladığı duyuruluyor.
Evet, düşman beklemiyor, statükocular beklemiyordu. Ama açıklanan isimlerin içinde Devrimci Sol’un önderi, önder kadroları, TİKB’nin önder kadroları var. Merak, yerini şaşkınlığa bırakıyor.
Bütün siyasi tutsakların taleplerini ifade eden direniş kısa sürede ülkenin hemen her yanındaki hapishanelerden destek bulmakta gecikmedi.
Pek çok hapishanede çeşitli sürelerle destek açlık grevleri gündeme geldi. Bartın, Çanakkale ve Elazığ hapishanelerindeki Devrimci Sol Davası tutsakları ise direnişin bütün taleplerini olduğu gibi esas alan ve “İstanbul’daki Ölüm Orucu bitene kadar” sürecek olan bir açlık grevine başladılar. Yine her üç hapishanede de üçer Devrimci Sol tutsağı Ölüm Orucu’na başladılar. Bu arada Buca Hapishanesi gibi bazı hapishanelerde direniş kendi talepleriyle de birleştirilerek hemen tüm tutsakların katılımıyla genişledi.
Tutsak aileleri ise Ölüm Orucu boyunca büyük bir hızla siyasallaşıyor, örgütleniyor ve artık ses getiren eylemlere imzalarını atmaya başlıyorlardı. 19 Mayıs’ta Taksim Anıtı’na çelenk koymuşlardı. Direniş günleri boyunca gözaltına alınmışlar, siyasi şubeye götürülmüşler ama yılmamış, bırakılır bırakılmaz yine destek eylemleri için koşmuşlardı. Hapishanenin ve hastanenin kapısından ayrılmıyorlardı artık.
Direniş 50. güne geldiğinde eylemciler, tüm karşı koyuşlara rağmen zorla Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne taşındılar. Günler ilerledikçe, ölümlerin ağırlığı altında kalmaktan korkan hastane, eylemcileri hapishaneye göndermek istiyor fakat bu kez de hapishane idaresi sorumluluk almaktan kaçınarak sevkleri kabul etmiyordu. Direnişin ağırlığı altında ezilmeye başlamışlardı.
Direnişin 63. günü saat 23.40’da Devrimci Sol’un önder kadrolarından Abdullah Meral şehit düşüyor.
Ölümler peş peşe geliyordu. 66. gün Devrimci Sol’un önderlerinden Haydar Başbağ, ondan bir saat sonra TİKB’nin önder kadrolarından Fatih Öktülmüş şehit düşüyordu.
Direnişin 73. günü Devrimci Sol savaşçılarından Hasan Telci şehit düştü. Bu arada yetkililerle tutsaklar arasında görüşmeler başlamıştı.
Direniş, programına koyduğu siyasal sonuçlara ulaşmıştı artık. Siyasal anlamda zafer şehitlerle kazanılmıştı.
Zindanlarda asla söndürülemeyecek bir meşaleydi direniş. Cuntanın terörü altında ezilen emekçi yığınlara direniş mesajları taşınmış, bu koşullarda bile direnilebileceğini, cuntanın, devletin geriletilebileceği kanıtlanmıştı.
Halklarımızın direniş tarihine eklenen bu onurlu eylem, 22 Haziran 1984’te, eylemin 75. günü bitirildi.
Ölüm Orucu eyleminin belki somut talepleri noktasında bir kazanım olmamıştı ama asıl önemli olan bu eylemin siyasal sonuçlarıydı. Devrimci Sol tutsakları bu zaferi taçlandıracak olan somut talepleri elde edebilmek için hiçbir yaptırıma uymayarak direnişi sürdürdüler. İki yıl boyunca TTE giymeyen Devrimci Sol tutsakları havalandırmaya, mahkemeye, avukata ve ziyarete çıkarılmıyorlardı. Sonunda sürdürülen bu inatçı ve ısrarlı mücadele karşısında pes eden düşman oluyor ve 15 Kasım 1985’te Sağmalcılar’da, 11 fiubat 1986’da Metris’te Devrimci Sol tutsakları TTE giymeden havalandırmaya, avukata, ziyarete çıkabiliyorlardı. Zafer direnen- lerin olmuştu.
Bu süreç, hapishanelerdeki tutsaklar ve aileler için, acılarla, baskı ve işkencelerle dolu ama onurun asla yere düşürülmediği süreçti.
Dört şehit verilmişti ‘84 Ölüm Orucu’nda. Devrimci Sol önder ve savaşçıları Abdullah Meral, Haydar Başbağ ve Hasan Telci ile TİKB önder kadrolarından M. Fatih Öktülmüş Ölüm Orucu’nda ölümsüzleşerek hapis- haneler direnişinde bir onur abidesi oldular. Bundan böyle hapishanelerde yeni bir süreç başlıyordu. Direniş sonucunda oportünizmin politikasızlığı kararsızlığı gün gibi açığa çıkarken, düşman da bundan böyle asla teslim ol- mayan Devrimci Sol tutsaklarını hesaba katmadan politikalarını belirleyemeyecekti. Ölüm Orucu’nun siyasal kazanımı üzerine şekillenen somut hakların kazanımı ile hapishaneler bundan böyle oligarşinin devrimcileri inançlarından soyundurduğu, teslim aldığı rehabilitasyon merkezleri olmaktan çıkarılıyor ve devrimin okulları olma misyonunu yükleniyordu.
Zafer Yolunda-1, sy. 343
4 Kızıl Karanfilin Mektupları
Yoldaşlar…
Devrimci mücadele geçmişimin temeli hareketimiz içinde oluştu… (…) … (Devrimci) kesinlikle liberalliği, boşvermişliği, bu kadar yeterlidir gibi düşünceleri vb. kabul etmez, onun için bu konuda ben epey atılımlar yaptım. Yeterli olması hareketin o günkü boyutları ile orantılı idi… (…)
Hareketimizin ortaya çıkışı ile birlikte yaşadığımız iradi süreç, benim kısa zamanda gelişip yetkinleşmeme, kendime olan, harekete olan güvenimin artmasına yol açtı.
Bu doğrultuda hareketin saflarında birçok görevler aldım. Bazılarını sorumlu olarak, bazılarını sempatizan olarak seve seve yürüttüm.
… Derken 1980 Temmuzu’nda cezaevine girdik.
12 Eylül’ün çetin şartlarında Alemdağ, Metris, Hasdal, Sultanahmet ve en sonunda Sağmalcılar’da hareketimin düşünceleri ile bütünleşerek yaşamaya, örnek olmaya, arkadaşlarımın gelişimini, kendi gelişimimi sağlamaya çalıştım. Ama gelişmemin hiçbir zaman yeterli olduğunu düşünmedim. Bunda önder arkadaşlarımın ve hareketin çalışma tarzının büyük payı olmuştur.
Nihayet dört yılda bugüne kadar geldik. 12 Eylül önemli bir dönem. Birçok dişliler var. Bu dişlilerin hangisine kimlerinin takıldığı muhakkak…. Bu dönemi alnımızın akıyla çıkarmamız gerekiyordu. Bu fedakarlıkların en büyüğüne ve ölümlere, yokluklara katlanmamız demekti. Düşmanın cezaevlerini teslim almasını engellememiz gerekiyordu. Kendi içimizdeki kokuşmuş insanlar ile sağlıklı insanları ayrıştırıp harekete dinamizm kazandırmamız, kitlelere güven vermemiz gerekiyordu. İşte bu amaç ve nice nice ihanet odakları içinde 13 Nisan’da başlayan süresiz açlık grevi sonundaki ölüm orucuna gönüllü olarak katıldım. Birçok yoldaşımız bu yüce görevde tereddüt ettiler. Ama bizlerin varlığı bu tereddütleri devirip atacak… (….)
Abdullah Meral
24 Mayıs 1984
Yoldaşlar…
Hareketimizin tarihsel bir görevi daha geçmişine layık bir şekilde yerine getirme çabasının, oportünizmin ve faşizmin en iğrenç saldırılarının ve ihanetin, kahpeliğin ördüğü barikatları parçaladığı günlerdeyiz.
Sevinerek belirtmeliyim ki, bu çabada bana da görev verildi. Bu görevi yerine getirmek, onlarca şehidiyle Türkiye halklarının tartışmasız önderi olduğunu dosta düşmana kanıtlamış Devrimci-Sol’un bir militanı olmanın gereğini yerine getirmenin bundan daha iyi bir yolu olmadığına inanıyorum.
Bu görevi yerine getirmenin büyük bir coşku, kararlılık, fedakarlık gerektirdiğinin bilincindeyim. Aksinin ise ihanet olduğuna inanıyorum. Göstereceğim en küçük tereddüt, bugüne kadar yaşadıklarımın inkarı, omuz omuza mücadele ettiğim ve bugün halkın ruhunda, bilincinde, kalbinde yaşayan yoldaşların anısına ihanet olduğunu söylemeliyim.
Bugüne kadar yaşadıklarımdan çıkardığım dersle şunu söyleyebilirim: Tereddütle ihanet arasındaki çizgi sanıldığı kadar kalın değildir. Bunu hem kendi yaşamımdan hem de ihanetini nefretle karşıladığım geçici yol arkadaşlarımın acı sonlarından biliyorum.
Geride kalan yoldaşlarımın bundan sonra da büyük bir coşku île bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesini zafere ulaştırmak için savaşacaklarına, …. bayrağımızı şerefle taşıyacaklarına, mücadeleyi bırakacağımız yerden zafere kadar sürdürmede, kahramanca davranacaklarına inancım sonsuzdur.
Bu duygularla hepinizi coşku ile, sevgi ile, zafer gününde birlikte olacağımız inancı ile kucaklarım.
Haydar Başbağ
29 Mayıs 1984
Canım yoldaşlarım,
Aslında yazmak için geç başladım. Bugün eylemimizin 40. günündeyiz. Ve oldukça halsizim. Böyle bir mektupla karşı karşıya kalacağımı hiç düşünmemiştim. Polis sorgulamasında mizansen içinde teklif edildiğinde içten içe nasıl gülmüştüm. Onlar bir farkla ‘vasiyetname‘ demişlerdi. Evet bir yerde son mektup bir vasiyetname olarak da değerlendirilebilir. Bizdeki ‘mal-mülk’ belli, o da siz yoldaşlarımda fazlasıyla var zaten. Bu nedenle benim bu konuda bırakacak pek fazla şeyim olmayacak.
Yoldaşlarım, ölüm orucu gibi bizler için yeni olan bu göreve talip olurken, tam bir içtenlikle gönüllü olduğumu bilmenizi isterim. Ve diğer bütün yoldaşlarımın da kendilerini aynı duygularla önerdiklerini biliyorum… (…) …
Önümüzdeki mücadelenin zor koşullarını düşündükçe de şu anda ölüm en kolay seçim. Ama bu seçimle kendimi kurtarma gibi bir düşüncemin olmayacağını (aslında söylemek yersiz oldu) da bilirsiniz. Bu eylemin kendi özelliği mücadeleyi ölümle birleştirmekte, yoksa “bizler” asla mücadeleyi ölümle değiştirmeyiz. … (…) …
Yoldaşlarım, 43. gün yazmaya devam ediyorum. Aslında belirli bir başarı kazanacağımız inancı güçlü. Bunun için de “son mektup” havasına bir türlü giremiyorum. Biraz da içimdeki coşkulu sese kulak vermek istiyorum…
Yoldaşlar, 47. gün olan bugün artık vedalaşmanın zamanı geldi sanırım. Gerçi bu vedalaşmanın kağıt üzerinde kalacağına ve zaferle birlikte kucaklaşıp mücadelemize birlikte devam edeceğimize inancım hiç zayıflamadı. Ama her sonucu düşünerek bu görevi de yerine getirmek gerekiyor… Şuna inanmanızı isterim ki, sizlerden kaynağını alan hiçbir olumsuz iz yoktur bende. Ancak daha iyi bir yaşantıyı kuramadığımız için üzülmekte ve kendime hâlâ kızmaktayım. Beni affedeceğinizi de biliyorum… (…) …
… (…) …
Yoldaşlar, 48. gün olan bugün artık iyice halsizleştim. Midem suyu kabul etmiyor. Ve dışarı çıkarıyorum. Onun için artık devam edemeyeceğim.
Tabii ki, son bir istek olarak Silivrikapı Mezarlığı’na götürülmemizi ve yoldaşlarım ile birlikte yatma arzumu yerine getirmek için çabalayacağınıza inanıyorum.
Arkamızdan bizleri çok övüp, toprak altında yüzümüzü kızartmayın olmaz mı? Devrim, sosyalizm ve sınıfsız toplum yolunda üstümüze düşen görevi yerine getirmekten mutluluk duyuyorum.
Hepinizi önümüzdeki çetin kavgada başarılı ve zafer dolu mücadele günleri dileğiyle kucaklarım.
Mehmet Fatih Öktülmüş
30 Mayıs 1984
Arkadaşlar,
(…) Süreç bizi büyük bir tarihsel görevle karşı karşıya getirmiştir.
Bugün insanlık onurumuza yönelik saldırılar yoğunlaşırken, siyasi hakkımız gasp edilmiş durumdadır. Ve gelinen noktada, gündeme sokulan tek tip elbise uygulamasının, taşıdığı ciddiyet bu konuda bir hesaplaşmayı zorunlu kılmıştır.
(…)
Ben (…) başta hareketime ve halkıma karşı sorumluluğumun bilinci içinde, bana verilen tüm görevlerimi layıkıyla yapmaya çalıştım, işte şu an yaşam (…) yine karşı karşıya getirdi bizleri. Ve bu savaşı kazanacağımız inancıyla hareket ederek ölümümüz pahasına savaşımızı sistemli kıldık. Ve değerli yoldaşlarımla ölüm orucuna başladık. Böylesine şerefli, onurlu bir görevin bana verilmesini inançla karşılarken, bu kararımda hiçbir tereddüt ve karamsarlığa yer vermeden, tarihsel bir görevi yerine getirdiğim bilinciyle ölümü coşkuyla kucaklayacağım. Ve son sözüm olarak da, tüm yoldaşlarıma şunu bir kez daha hatırlatmak isterim: Bu mücadele içinde bizler ne ilk, ne de son olacağız, hepimiz onurlu kavgamızda karşılaşacağımız güçlükleri gözardı etmemeliyiz, kendimizi buna göre hazırlamalıyız. …
YAŞASIN ÖLÜM ORUCUMUZ!
KAHROLSUN FAŞİZM, YAŞASIN MÜCADELEMİZ!
Hasan Telci
29 Mayıs 1984 Salı, Sağmalcılar 2