DURSUN KARATAŞ OLMAK,BİR HAREKETİ “UMUDUN ADI” HALİNE GETİREBİLMEKTİR

Şehit Düştüğü Tarih: 11 Ağustos 2008

Şehit Düştüğü Yer: Hollanda

Doğduğu Tarih: 25 Mart 1952

Doğduğu Yer: Elazığ, Kürdemlik (Cevizdere) köyü

Tarih, 11 Ağustos 2008’di.

Devrimci Halk Kurtuluş Partisi tarafından Türkiye ve dünya halklarına yapılan açıklamada şöyle deniliyordu:

Türkiye ve dünya halklarının başı sağolsun. Bir büyük devrimciyi yitirdik.

Acımız tarifsiz, kaybımız büyük; komutanımız, önderimiz, Partimizin Genel Sekreteri Dursun Karataş yoldaşımız, 11 Ağustos sabaha karşı 05.00’te şehit düştü. 38 yıldır devrim için çarpan, dünya halklarının kurtuluşuna, vatanımızın bağımsız, halkımızın özgür olmasına adanmış bir yürek durdu. Son nefesini yoldaşlarının kolları arasında, dünya halklarına ve kendi halkına karşı görevini yerine getirmiş bir önderin huzuruyla verdi.

Yoldaşlar!

Karanlıkta ışığımız, engebeli, dolambaçlı ve sarp yollarda pusulamız, devrim yürüyüşümüzün usta kurmayı, düşeni elinden tutup kaldıran, daha hızlı koşmayı öğreten, öğütleri, talimatları ve politikalarıyla hep yanımızda olan Dayımızı yitirdik.

Bu yorgun, acılarla, alçaklıklarla dolu ihtiyar dünyaya, 38 yıldır güzellikler resmeden ustayı, Türkiye devriminin kılavuzunu yitirdik.

Bir kılavuzdu Dayımız. Faşizmin karanlıklarında yolumuzu kaybetmeden, karşı-devrim fırtınalarında savrulmadan, emperyalizmin bataklıklarında boğulmadan, kuşatmalarda yok olmadan bugünlere geldiysek, bunu en başta onun kılavuzluğuna borçluyuz.

Önderimiz, yirminci yüzyılın sonlarında artık çok sık rastlanmayan tarih yazdıran iradelerden biriydi. Kızıldere’den bu yana devrim tarihini yazıyoruz. Tarih, hareketimize özel bir yer ayırdı sayfalarında. Bu sayfaların her birinde, onun usta ellerinin imzası, günün 24 saatinde devrim için işleyen beyninin damgası vardır. Tarihe görkemli destanlar armağan eden, ihanetleri ezip geçen, kuşatmaları yaran, tüm dünyaya sosyalizmin yenilmezliğini kanıtlayan, emperyalizmin amansız saldırıları karşısında dahi anti-emperyalist mücadelenin ve enternasyonalizmin bayrağını taşıyan bir hareket olduk onunla.

Onu ölümsüzlüğe uğurluyoruz şimdi. Hayır, biz ona, tarihsel, siyasal, sosyal temeli olmaksızın bir ölümsüzlük atfediyor değiliz. O, 38 yıllık yaşamı boyunca adım adım ördü ölümsüzlüğünü. Geride bizlere bıraktığı her şey, onun ölümsüzlüğünün kanıtıdır. En başta ve tek başına, yaratılmasına kanını, canını, beynini, yüreğini koyduğu Partimiz ve Cephemiz, onun ölümsüzlüğünün anıtıdır. Her satırıyla, her adımıyla bize bıraktığı teorik ve pratik miras, onun ölümsüzlüğüdür.

Onsuz zor olacak biliyoruz. Önümüze çıkan sorunları aşarken onun verdiği güç ve iradeden yoksun kalacağız. Fakat onun yol göstericiliğinden hiç mahrum olmayacağız. Politikalarıyla, yaşamıyla örneğimiz, önderimiz, kılavuzumuz olacaktır yine. Bundan böyle de onunla sürdüreceğiz yürüyüşümüzü. 38 yıl boyunca yarattığı tüm değerlerle hep yanıbaşımızda olmaya devam edecek.

Halkımız, yoldaşlarımız!

Önderimiz 10 yıldır kanser tedavisi görüyordu. Bu savaşında da her zaman olduğu gibi güçlü ve iradiydi. Hastalığı bir günde ortaya çıkmadı elbette. Ağır işkencelerin, uzun tutsaklık yıllarının, onlarca kez girilen açlık grevlerinin, ölüm oruçlarında geçirilen tüberkülozların, sürgün yıllarındaki zorlukların; kısacası, faşizmin ve emperyalizmin baskı ve kuşatması altında geçirilen 38 yılın sonucuydu sağlığını kaybetmesi. Tedavisi için gereken her şey yapıldı; fakat bilimin ve doğanın sınırları vardı. O sınırlarda kaybettik onu. Tek bir gün bile, görevlerinden geri kalmadı bu yıllar boyunca. Son 6 güne kadar da görevinin başındaydı. Kendi ölümü dahil, her şeyi planladı.

Kadrolarımız, taraftarlarımız ve halkımız emin olabilir ki; örgütümüz, tüm yönetim mekanizmalarıyla görevinin başındadır ve onun öğrettikleri ile savaşmaya devam edecektir. Onun yaşamı, bağımsız, demokratik, sosyalist Türkiye’ye adanmış bir yaşamdır. 38 yılı devrime verilmiş bu yaşamın her saatini, her saniyesini belirleyen bu adanmışlık olmuştur. Bu adanmışlık, bu dava adamlığı, bize her zaman hedefimizi hatırlatan bir miras olarak önümüzde duracak. Bağımsız, Demokratik Sosyalist Türkiye hedefinden hiç sapmadan devrim yürüyüşümüze devam edeceğiz.

Dursun Karataş, devrim için yaşanmış bir hayatın adıdır

Dursun Karataş yoldaşımız, 25 Mart 1952’de Elazığ’ın Kürdemlik (Cevizdere) köyünde doğdu. Ailesi, emekçi bir Kürt ailesiydi. Devrimci düşünceye 1970 öncesinde sempati duymaya başladı. Lise yıllarında birçoğu daha sonra Devrimci Sol içerisinde yer alacak olan bir gruptular.

1970’de İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ni kazanarak İstanbul’a geldi. Bu yıllar, Türkiye devriminin yolunun çizildiği, revizyonist, reformist geleneklerin aşıldığı, statükoların kırıldığı, yeni saflaşmaların yaşandığı yıllardır. İşte bu saflaşmada yoldaşımız da yerini Mahirler’in ihtilalci çizgisinden yana belirledi. Artık bir THKP-C sempatizanıdır.

30 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahirler’in fiziken yok edilmesinin ardından, Mahirler’i, THKP-C’yi savunup sahiplenen büyük bir gençlik potansiyeli çıktı ortaya. THKP-C çizgisini savunan bir Dev-Genç militanı olarak Dursun Karataş yoldaşımız da, gerek İstanbul’da, gerekse de Elazığ’da bu sahiplenme tavrının geliştirilmesinde aktif bir rol oynuyordu.

Yoldaşımız ilk kez 1974’te, Elazığ’da, oligarşik diktatörlüğün Kıbrıs’ı işgalini protesto etmek için duvarlara Bağımsız Kıbrıs sloganını yazarken gözaltına alındı. Daha sonra Devrimci Sol Merkez Komitesi’nde yeralacak olan Niyazi Aydın’la birlikteydiler bu eylemde. Onu sonraki devrimci gelişimi içinde kah bir okulun önünde kitlenin güvenliğini alırken, kah Kocamustafapaşa barikatlarında dövüşürken görecekti yoldaşları. Ve bunların gösterdiği gibi, onun önderliği hayatın içinde adım adım kazanılmış bir önderliktir. Hep söylendiği gibi, önderler atanmazlar önderlik kazanılır. Bu sıfata sahip olmak, hayatın içinde yüzlerce düşünceyi, davranış biçimini sabır ve kararlılıkla geliştirip, ortaya tarih yazan bir devrimci çıkarmaktır. Yoldaşımızın yaptığı gibi…

İstanbul öğrenci gençliğinin akademik demokratik mücadelesini ve anti-faşist, anti-emperyalist tavrını örgütlü bir güce dönüştürecek olan İYÖKD’ün (İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği’nin) kuruluş ve mücadele süreci, aynı zamanda Dursun Karataş yoldaşımızın İstanbul devrimci gençliğinin önderi konumuna yükselmesi sürecidir. Yönetici özelliği ve militan yapısıyla hem güven duyulan, hem önerilerine, düşüncelerine kulak verilen bir isimdir artık. Dayı diye anılmaya başlanması da bu sürece denk gelir. Gerek İYÖKD’de, gerekse de kaldığı Elazığ Yurdunda bir çok yeğeni vardır ve onlar doğal olarak Dayı demektedirler yoldaşımıza. Ama bu hitap giderek yaygınlaşır ve onun adının önüne geçer. Dayı kelimesi, artık onun nezdinde bir hısımlık değil, kelime anlamının ötesinde yoldaşlığı, ona duyulan saygıyı, güveni ifade eden bir sıfata dönüşecektir. Dayı, her koşulda sırtını yaslayabileceğin, her koşulda güvenebileceğin ve gösterdiği hedefe gözü kapalı gidebileceğin bir simge isimdir artık.

THKP-C’nin bir geleceğinin olup olmayacağı, tarihin o günkü sorusudur:

Cevap Dursun Karataş’tır!

THKP-C’yi büyük bir içtenlikle sahiplenen Dev-Gençlilerin gelişen mücadelesi, yeni örgütlenmeleri gerektirmektedir. Dursun Karataş yoldaşımızın önderliğinde şekillenen Kurtuluş Grubu, o gün bu ihtiyaca cevap vermeye yönelik atılan adımlardan biridir. Karataş, bu grubun oluşumundan itibaren, İstanbul’da sadece gençlik içinde değil, hayatın her alanında yürütülen anti-faşist mücadelenin önderi konumuna yükseldi. Dev-Gençliler artık hayatın her alanında grevlerde, gecekondu direnişlerinde, memurların, yer yer köylülerin eylemlerinde aktif olarak yer alıp bu mücadeleyi yönlendirmeye çalışırken, yoldaşımız, tüm bu eylemlerin, faaliyetlerin örgütleyicisi, önderi, bizzat pratikte uygulayıcısı olarak giderek yetkinleşmeye, olgunlaşmaya, siyaset ve yönetme sanatını öğrenmeye başladı.

Ülkenin dört bir yanında mücadele eden Dev-Gençlilerin, THKP-C potansiyelinin birleşmesi, tüm militanların ortak arzusuydu. Mücadelenin ihtiyaçları da böyle bir örgütlenmeyi gerektiriyordu. İşte bu çerçevede 1977’de Dursun Karataş ve beraberindeki yoldaşlarının da içinde yeralmasıyla Devrimci Yol oluşturuldu. Devrimci Yol Bildirgesi etrafında birleşilirken amaç, THKP-C çizgisi doğrultusunda ideolojik netliğin sağlanması ve partinin yaratılmasıydı. Ancak Devrimci Yol, bu hedeflerin platformu olamadı. Çünkü bu yapı içindeki Ankara hizbi, THKP-C’ye sahip çıkıyor görünürken, pratikte buna uygun örgütlenmelere yönelmiyor, kadrolara kendi sağcı anlayışlarını empoze ederek partiyi değil fakat kendi hizip örgütlenmelerini gerçekleştiriyordu. Bu süreçte, Dursun Karataş tarafından Ankara hizbi  yöneticilerine gerek çeşitli yazılarına, gerekse de pratiklerine yönelik yapılan eleştiriler, çoğunlukla geçiştirildi, sürecin tartışılması yerine Dursun Karataş nezdinde İstanbul’daki militan devrimci örgütlenmeyi tasfiye hesapları yapıldı. THKP-C ideolojisinin ve devrimci örgütlenmenin tasfiyesine izin verilemezdi. Tasfiyeciler, tasfiye edilmeliydi. İşte o anda yoldaşımız Dursun Karataş’ın aldığı karar, ülkemiz devrim tarihinin en önemli kararlarından biri olurken, onun, onyıllar boyu Türkiye devrimine damgasını vuran tarihsel rolünü de belirlemiş oluyordu. THKP-C ideolojisinin sürdürülmesi ve partinin yeniden yaratılması görevi artık başkalarına bırakılamazdı. Dursun Karataş yoldaşımız, işte o tarihsel kesitte, bu ağır yükü omuzladı. 

Onun belirleyici inisiyatifi ve önderliğiyle, THKP-C’yi savunan kadrolar, 1978’de Devrimci Yol tasfiyeciliğini mahkum ederek Devrimci Solu kurdular.

Artık ülkemiz sınıflar mücadelesinde yeni bir siyasi hareket vardı.

Bu siyasi hareket, devrim mücadelesini THKP-C çizgisinde geliştirerek, önüne partiyi yaratma hedefini koyarak, anti-faşist anti-emperyalist mücadelede Kızıldere manifestosunun yolunu izleyerek, yeni gelenekler yaratacak, kısa sürede dosta da düşmana da kendini kabul ettirecekti.

Türkiye devrim tarihinde, kısa sürede bu kadar hızlı bir gelişim sağlamış, kendi ayakları üzerinde durarak böylesine kökleşmiş ve kalıcılaşmış bir başka ayrılık yoktur. Dursun Karataş yoldaşımızın önderliği, bu devrimci ayrılığı gerçekleştirecek cüretinde, siyasi kavrayışı ve öngörüsünde, yeni bir hareketi örgütlemekteki ustalığındadır. Onun önderliğini, kazanılmış bir önderlik yapan belirleyici süreçlerden biri de budur.

Dursun Karataş olmak, bir hareketi “Umudun Adı” haline getirebilmektir.

Devrimci Sol’un siyasi arenaya çıktığı 1978 yılı, resmi ve sivil faşist terörün alabildiğine boyutlandığı bir dönemdi. Devrimci Sol’un kuruluşundan kısa bir süre sonra da sıkıyönetim ilan edilecek ve hareket, örgütlenmesini bu koşullar altında gerçekleştirmek zorunda kalacaktı. İşte bu zorlu koşullarda, onun önderliğinde revizyonizmle, oportünizmle, THKP-C çizgisindeki sağ ve sol sapmalarla araya kalın çizgiler konuldu. Ki yoldaşımızın, Dayımızın en önemli özelliklerinden biridir bu. Yaşamı boyunca, ayrım çizgileri hep net ve kalın olmuştur. Onda hiçbir konuda muğlaklık yoktur. Devrimci çizgiyi belirsizleştiren her düşüncenin, her pratiğin düşmanı olmuştur.

Yaklaşık iki yıl gibi kısa bir süreçte Devrimci Sol, ülkemizin sayılı siyasi hareketlerinden biri haline gelip kitleler nezdinde bir umut yaratmaya, pratiğiyle sola yön vermeye başlarken, ülkemiz 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle yeni bir sürece girdi…

Önder yoldaşımız, cuntaya karşı savaşın daha ilk döneminde tutsak düştü. Dışarıda mücadele, onun şekillendirdiği anlayış temelinde sürdürülürken, o artık mücadelenin yeni bir cephesindeydi. Ve hapishaneler cephesinde de, 12 Eylül cuntasına karşı direniş politikalarının oluşturulmasında, direnişlerin fiilen örgütlenmesinde önderlik misyonunu sürdürdü. Türkiye hapishaneleri onun önderliğinde başeğmez bir direniş pratiğine, büyük kahramanlıklara tanık oldu. Bir çok siyasi hareketin anlı şanlı yöneticileri, tüm teorik birikimlerini(!), direnmemenin teorisini yapmak için kullanırken, o yoldaşlarıyla birlikte direnişin teorisini ve pratiğini geliştiriyordu. 1984’te Tek Tip Elbise dayatmasına karşı başlatılan Ölüm Orucu, bu direnişin doruk noktalarından biridir ve o dorukta, yine önder yoldaşımız vardır. Açıklanan ilk ölüm orucu ekibinde, yani savaşın en ön mevzisinde yoldaşlarıyla ölüme yatanların içindedir. 75 gün süren ölüm orucunun sonunda, üç Devrimci Sol kadrosu (ve TİKB’den bir siper yoldaşımız) şehit verilmiş, Dayı ve diğer direnişçiler bir deri bir kemik kalmış ve fakat tarihe, Türkiye devrimi için ilklerden biri olan bir direniş yazılmıştır.

Bir hareketi umudun adı haline getiren destan, onun önderliğinde sayfa sayfa büyüyordu işte.

Yoldaşımız Dursun Karataş’ın önderlik tarihi, onun “ilk”lerin öğretmeni, komutanı olduğunu gösterir bize. Faşist Teröre Karşı Silahlı Mücadele Ekipleri’nden Silahlı Devrimci Birlikler’e, ölüm oruçlarından oligarşinin kürsülerindeki Savunma’ya, kuşatılan üslerdeki “teslim olmama” geleneğine uzanan tarihte, ilklerin politik ve fiili önderidir.

15 Mart 1982’de başlayan 1243 devrimcinin yargılandığı Devrimci Sol Ana Davası da bu ilklerden biridir ve tarihseldir. Yoldaşımızın bu mahkemede tüm oligarşik düzeni itham eden görüntüleri, bu davanın siyasal özeti olarak tarihi bir simge gibidir ve o simge, kolektif bir çalışmanın ürünü olan ve onun da her satırına emeğini kattığı HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ başlıklı savunmayla bütünleşmiştir. O, 1753 sayfalık Haklıyız Kazanacağız başlıklı savunmayla kürsüye çıktığında, herkes o anın tarihsel bir an olduğunun farkındaydı. Orada, Türkiye devriminin yolu bir kez daha açıklandı, devrim iddiası halkımız ve tarih önünde pekiştirildi. İddianın ve kararlılığın altındaki ilk imza, onundu.

Önder yoldaşımız, 1989 Ekiminde bir özgürlük eylemiyle tutsaklığına son verdi ve sıcak mücadele içinde yeniden görevlerinin başına geçti. Dayı, Devrimci Sol Davası’nda okunmak üzere bir dilekçe bırakmıştı hapishaneden giderken, şöyle diyordu orada: Özgürlük kimseye bahşedilmez, kazanılır. Biz özgürlüğü kazanma savaşının içinde olacağız. Firarın hemen ardından oligarşi “vur” emirleri çıkardı hakkında. Fakat o vur emirleriyle aranırken, ülkede yeni bir atılım sürecinin hazırlıklarıyla meşguldü.

Şehitlikler ve ihanetler arasında ilk hedefimize -Partiye- ulaşırken, kılavuzumuz oydu yine

Yoldaşımızın hareketimize fiilen önderlik yapmaya başlamasıyla “Yolun neresindeyiz?” sorusuna cevap bulmak üzere değerlendirmeler yapıldı, yeni kararlar alındı ve onun önderliğinde, tarihimize “Atılım süreci” olarak geçen süreç başlatıldı. Daha hızlı koşmalıyız şiarıyla başlatılan bu sürecin, dünya ölçeğinde politik bir önemi ve etkisi oldu; ülkemizde yayılan reformizme, derinleşen legalizm bataklığına karşın silahlı mücadele yükseltiliyor, tüm dünyada karşı-devrim rüzgarları eserken sosyalizm bayrağı daha yukarı kaldırılıyordu. Emperyalizmin estirdiği karşı-devrim rüzgarı, işbirlikçi faşist diktatörlüklerle uzlaşma modası, karşısında Türkiye Marksist-Leninist hareketini buldu. O hareketin önderinin adı, Dursun Karataş’tı. O, emperyalizme karşı dünya çapında önemi olan bu ideolojik direnişin ve devrimde ısrarın temsilcisi olarak bu dönemden itibaren emperyalizmin ve oligarşinin daha fazla hedefi haline gelecekti.

Silahlı mücadeleyi yükselttiğimiz ve yaygınlaştırdığımız, halkın adalet özlemlerine cevap olduğumuz yaklaşık 2,5 yıllık bir süreçte Hareketimiz, partinin arifesindeyiz diyebileceği bir noktaya geldi.

Bu süreçte büyük bedeller de ödedik. 12 Temmuz 1991 ve 16-17 Nisan 1992’de gelişen operasyonlarda Niyazi Aydın, Sinan Kukul ve önderimizin eşi Sabahat Karataş gibi Merkez Komite üyelerimizi şehit verdik. Bunlar büyük kayıplardı bizim için. Bu operasyonlarda kendisi de tehlikelerle yüz yüze kalan önder yoldaşımız, görevlerini kararlılıkla sürdürerek, katliamlar sonrasında oluşabilecek her türlü olumsuzluğun karşısına çıkarak, kadro ve savaşçılarımıza savaş gerçeğini yeniden kavratarak, hareketimizi daha güçlü bir şekilde ayağa kaldırmayı bildi. 

Hareketimiz onun önderliğinde gelişimini sürdürürken, 13 Eylül 1992’de, yurtdışındaki merkezi üssümüzde, darbeci bir ihanet çetesi, önderimize alçakça saldırıp, onu tutsak ettiler…

Hareketimizde ağır tahribatlar yaratan darbe ihaneti onun önderliğinde altedilip, hemen her şey yeniden yaratılarak, yürüyüşümüz sürdürüldü. Onun güçlü iradesi, şaşmaz öngörüsü ve isabetli politik kararları, işte bu süreçte önümüze partileşme görevini koydu.

Bu görevi yerine getirmek için, hareketimizin önder kadrolarının katılımıyla, 30 Mart 1994’te Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Kuruluş Kongresi toplandı. Devrimci Sol, kongrede devrim yürüyüşünü Devrimci Halk Kurtuluş Partisi (DHKP) olarak sürdürme kararı aldı ve yoldaşımız Dursun Karataş, DHKP Genel Sekreteri olarak seçildi. Şehitlikler ve ihanetler arasında bizi ilk hedefimize, Partiye ulaştıran önderimiz olarak bu görev, bu onur tartışmasız olarak onundu elbette. Yoldaşımız 14 yıldır bu görevdeydi ve son anına kadar da bu görevini sürdürdü.

Önderimizi de şehitler kervanına kattık;

Onun adı artık bizim andımız, mirasımız, bayrağımızdır.

Bu bayrağın adı, umudun adı, 1994’ten itibaren DHKP-C oldu. Umudun adı, önder yoldaşımızla özdeşleşti. Savaşımız, önder yoldaşımızın dört kelimede özetlediği gibi, düşman sınıflar altedilinceye kadarsürecek.          

Partimizin kuruluşundan bu yana, oligarşik diktatörlüğü sarsan eylemlerde, 1996 ve 2000-2007 ölüm orucu direnişlerinde, yoksul gecekondu halkının örgütlenmesinde ve mücadelelerinde, işçinin, köylünün, memurun mücadelesinde, gerillanın ülkemizin dağlarında attığı her adımda, onun emeği, inancı, coşkusu vardı. Çünkü o hayatın hep içindeydi. O, hayatı her yanıyla örgütleyendi. Onun için küçük büyük sorun ayrımı yoktu. Devrime dair her şey, küçük ya da büyük, onun ilgi alanındaydı.  

Ülkemiz ve dünyanın yakın tarihinin en büyük ve sarsıcı direnişi olan 2000-2007 Büyük Direnişini göz önüne getirmek yeter bunu görmek için. Alnına kızıl bantlarını bağlayıp and içen direnişçilerin son sözü ve bedenlerini tutuşturup ateş çemberine giren feda savaşçılarının ilk sözü hep aynıdır: Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş!.

Önderimiz hep yaşayacak!

(Yukardaki öz geçmiş bilgileri, 11 Ağustos 2008 tarihli, 39 No’lu Devrimci Halk Kurtuluş Partisi Bülteni’nden alınmıştır.)

Dursun KARATAŞ’ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

Güle güle demiyoruz sana

Ezeli isyanımızın Spartaküs’ü

Anadolu’nun bilgesi

Bedreddin yiğidi

Güle güle demiyoruz sana

Alnımızın ışığı

bayrağımızın yıldızı

yolumuzun öncüsü…

Uşak Hapishanesi Özgür Kadın Tutsaklar.

***

Bir yoldaşı anlatıyor:

Reber Xalo, Devrimdir, Sosyalizmdir

 Sevgili Dayımızla yaşama, paylaşma onuruna sahip olduğum ve bende derin izler bırakan, bilince dönüşüp ayrılmaz bir parçam olmuş anılarımdan bazılarını Yürüyüş okurlarıyla paylaşmak istiyorum.

 Dayımızın şehit düşmesinin ardından çektiği başsağlığı faksında bir arkadaşımız isyanını şöyle ifade etmişti: “Biliyor musun, doğanın diyalektiğine ilk kez lanet okudum… Dayının ruhuna verdiği gücü bedeninden esirgediği için. Bu yaşlı dünyaya güzellikler katan, insanlığa umut ve moral kaynağı olan bir bilge insanı bizden koparıp aldığı için…”

 Haksız da değil. Ne kadar isyan etsek az, çünkü O, yerinin doldurulması zor bir cüret abidesi ve çelikten bir irade olarak BİZ’im Dayımızdı. Sırdaşımız, yoldaşımız, öncümüz, önderimiz, en koyu karanlıklarda yolumuzu aydınlatan ışığımız ve başöğretmenimizdi. Güzellikler yaratmada nadide bir ustaydı. Herkes kendi dilinde Dayı derdi O’na. Ben de kendi dilimizde Kürtçe Xalo derdim.

 Biliyorum fiziki yokluğu bir gerçek. Ama hala O’nu kaybettiğimize inanmak istemiyorum. Çünkü en çok O’nun hakkıydı düşünü kurup 38 yıl boyunca sabırla, emekle, var gücüyle çalışarak büyüttüğü devrimin ve sosyalizmin zaferini görmek. Ama olmadı. Yaşlı dünyaya güzellikler nakşeden sevgili Xalomuzun yaşlanmasına izin vermedi doğa.

 Daha halklara sunacağı, kavgaya katacağı çok şey; ülkemizin, halkların ve dünyanın geleceğine dair kuracak çok düşümüz, öğrenecek çok şeyimiz vardı O’ndan; isyanımızın esas yanı bu. Diğer yanı ise, yaşamımın en mutlu anları, yanında bulunduğum ve O’nunla paylaştığım anlar olan, sesini duyduğumda bile büyük bir coşku duyduğum, yüzünü gördüğümde ve sarıldığımda mutluluktan uçacak gibi olduğum o bilge sesin, dost ve yoldaş sıcaklığının sahibi Xalomuzu dünya gözüyle bir daha görüp sarılamayacak, baş başa Kürtçe konuşup espri yapamayacak olmaktı.

Dayımızın ülkemiz sınıflar mücadelesinde olduğu gibi, konuştuğu, yaşamı paylaştığı her insanda derin ve silinmez izler bıraktığının onlarca örneğinin tanığıyım. Tepeden tırnağa her şeyimizin O’nunla ete kemiğe büründüğü, halk kurtuluş savaşımızın her aşamasının ve umudumuzun O’nun olağanüstü çabası ve emeğiyle şekillendiği gibi, ben de O’nun emeğiyle şekillendim.

Tüm yoldaşlarım gibi ben de O’nun öğrencisi ve yoldaşı olduğum için kendimi dünyanın en şanslı devrimcilerinden sayıyorum; şahsen tanımış olmayı büyük bir onur, beraber kurduğumuz düşleri ise, yaşam gerekçem olarak görüyorum. Önceleri okul arkadaşımın dayısı olarak bildiğim Xalo ile siyasi ve yoldaş olarak ilk tanışmam Elazığ’da lise çağında olmuştu..

 1977’de İstanbul’da karşılaşma fırsatım oldu Dayı ile. Ben haftada bir gittiğim Balıkesir yurdunda O’nu görüyor, sohbet ediyor, anlattıklarını dinliyordum. Burada da daha yakından tanıdığım, feodal arkadaşlık ilişkim olan pek çok insanımız olmasına rağmen Dayı’ nın yeri, yaklaşımı, sıcaklığı daha bir başkaydı. İnsanı mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Olayları öyle ikna edici ve net ortaya koyuyordu ki, kafanda cevapsız soru kalmazdı. Konuşan o         ise istemesen bile anlattıklarının beynine kazınmasına engel olamazdın. Çünkü o başkaları gibi değildi. Birşey anlatmaya başladığında yüreğini de görürdü. Üstünlük taslamayan, kendini senden farklı görmeyen mütevazi bir öğretmen sıcaklığı ve samimiyeti sizi sarıp sarmalardı. İşte O’nu aranılır kılan da; duyulan hayranlığı, saygıyı, sevgiyi daha büyüten de bu özellikleriydi.

 Uzun yıllar sonra bu kez 1989 yılında “Engin Kaya operasyonu”nun ardından tutuklanıp getirildiğim Sağmalcılar hapishanesinde karşılaştım Dayı ile. İdarenin bizi başka bir koğuşa vermek istemesi üzerine yaşanan kısa bir kargaşa ve gösterilen sert tepkinin ardından biz Dayıların koğuşuna alındık. Bu kez hapishanede kucaklaşmak nasip oldu, hem de uzun yıllar sonra.

 Yıllar önce gördüğüm Dayımız burada bana daha coşkulu, daha bir bilge ve daha bir enerjik geldi. Yaşadığı onca işkence, ölüm orucu, geçirdiği tüberküloz, katıldığı onlarca açlık grevi, enerjisini bitirememiş, aksine arttırmıştı. Bir yıla yakın beraber kaldık. O süre zarfında Dayı’ yı hep çalışan, üreten olarak, gördüm. Doğrusu ne zaman yatıp ne zaman kalktığını bile farkedemiyor, gece gündüz hep çalışır halde görüyorduk. Parçalı olarak 4-5 saatten fazla uyuduğuna hiç şahit olmadım. Böylesine yoğun bir çalışma da yürüttüğü için karşı çıkıp razı olmamamıza rağmen hepimiz gibi komün nöbeti de tutardı. Muaf tutma çabalarımıza kızar ve bu isteğimizi; “Kimse babasının hayrına devrimcilik yapmıyor. Kimsenin kimseden farkı yok. Diğerleri gibi bu da bir görev ve sorumluluktur. Herkes sorumluluğunu şu iş, bu iş demeden yerine getirmek zorundadır… Bu konulardaki ayrıcalıklı tutum devrimci ilke ve değerlerle bağdaşmaz. Değerleri dejenere eder, yıpratır, bireyciliği geliştirir…” diyerek reddederdi.

 Bu durum zorumuza giderdi. Biz otururken O’nun masamızı temizleyip, ekmeğimizi, suyumuzu getirip, çayımızı doldurmasına fırsat vermemeye çalışırdık…

 Dayı ile Balıkesir yurdunda, hapiste, dışarıda, Kongre sürecinde bir süre aynı mekanı paylaşmıştım, yaşamına tanık oldum. Çalışma yoğunluğu bazılarımızı savurur, temiz, tertipli, düzenli, disiplinli yaşamaktan uzaklaştırır. Dayı’da ise tam tersidir. O çalışma yoğunluğu arttıkça disiplinini de arttıran çelikten bir irade örneğidir. Hapiste yatanlar çok örneğini görmüş veya yaşamıştır. Bir çoğumuz sıklıkla kalem, defter gibi eşyalarımızı nerede bıraktığımızı unuttuğumuz için onları arayan durumuna düşmüş; çalıştığımız masanın karman çorman olmasından, kül tablalarımızı kirli bıraktığımızdan, nöbetçilerin eleştirileriyle karşılaşmışızdır. Bu durumlarda savunma mekanızmamızda hep; “işi yetiştirme telaşıyla unuttum!” gibi gerekçeler üretmiştir. O ise, bizim yaptığımız işlerin onlarca mislini yapmasına, yaptıklarımızı mutlak gözden geçirip denetlemesine ve hepimizden fazla sigara içmesine rağmen bir gün kül tablasının kirli, çalışma masasının dağınık, tertipsiz, düzensiz olduğunu görmedim. Nöbetçilere iş bırakmazdı. Bir eşyasını bir yerde bıratığına unuttuğuna şahit olmadım, olmadık. Hep derdi, “bir işi yapıyorsan kuralına, disiplinine uygun yapacaksın. İş kuralına, disiplinine uygun olarak yapılırsa harcanan emeği karşılar. Aksi, işi bozmak, emeğe saygısızlıktır. Bir işi, eylemi geliştirecek olan disiplindir. Disiplin de; istemektir, yoğunlaşmaktır, uyanıklıktır, yaratıcılığı zenginleştirmek, başarıyı yakalamak için yapılan planlamadır, gösterilen özveri ve iradedir”.

 Yaşamının her anında, yaptığı her işte devrim ve sosyalizm tutkusunu görmek, hissetmek mümkündü. Tek lüksü bu uğurda daha fazla çalışmaktı.

İstanbul dışında birçok Anadolu Hapishanesi’nde yatmış, buralarda bir dönem, bizler için ulaşılması zor, ileri, önder düzeyde insanlarla aynı hapishanede kalmıştım. Örneğin Samsun’dan Malatya’ya sevkimiz çıktığında Deniz’in, Mahir’in arkadaşlarıyla aynı mekanı, aynı direniş havasını soluyacağız diye sevinmiştik. Ama büyük bir hayal kırıklığına uğradık. Direnişe yabancılaştıklarını, oluşturdukları teslimiyet statüsü içinde düzenle çatışmamak için ellerinden geleni yapmalarına rağmen yine de cuntanın saldırılarından kurtulamadıklarına tanık olmamız uzun sürmedi.

 Öyle ki, işkence saldırılarına karşı “insanlık onuru işkenceyi yenecek” ya da başka bir slogan atmak bile çok “siyasi”(!) görülüyordu. Tutsakların direnişe geçmesini de kurdukları ne olduğu belirsiz “Sendika”larıyla engelliyorlardı. İnsanların siyasi yapısı, kimliği bir kenara itilmiş, resmen bireycilik örgütlenmişti. Bir yandan tavır alma cesaretleri olmadığından direnişin bir parçası olamıyor, bir yandan da insanların direnenlere duyduğu saygının karşısına da çıkamadıkları için, direnenlere dair “kaliteli azınlık, saygı duymak gerekir” gibi teorilerle durumu kurtarmaya çalışıyorlardı.

 Sağmalcılar Hapishanesi ise bambaşkaydı. Daha attığınız ilk adımda farkı görebiliyor, teslimiyete karşı adım adım örgütlenmiş direnişin gücünü hissediyor, devrim ve sosyalizm havasını soluyor, mücadeleyi büyütme coşkusunu duyuyordunuz.

 Bu bile burada bir önderin, öğretmenin, başkomutanın varlığını gösteriyordu. İşte bu, bulunduğu her alanda her şeyi devrime göre örgütleyen Dayı farkıydı.

 Birgün çay sohbeti sırasında Dayı bana, bizim masanın yakınında çalışan bir grup arkadaşı göstererek “nasıl bizim insanlarımız?” diye sormuştu. Ben de “iyi, üretken, paylaşımcı, çalışma ve yoldaşlık sıcaklığı solunduğu belli ama…” diyerek, Malatya’da tanık olduğum 68’lileri, Mahir ve Denizler’le yaşam süreçlerini ve son durumlarını anlatarak, arkadaşların en azından bazılarının yalnız kaldıklarında burada sergiledikleri direnci, coşkuyu, üretkenliği gösterebileceklerinden şüphe duyduğumu belirtmiştim.

 Dayı, “bizim insanlarımız iyidir. Hepsi değerlidir” demişti. Dayı’nın kalkmasının ardından, sonradan darbeci olacaklardan biri, bana “Dayı’nın yanında nasıl konuşuyorsun?..” diye bir eleştiri getirdi. Aklısıra beni uyarmıştı. Yaptığımda bir saygısızlık olmadığını, sorduğu soruya ilişkin samimi olarak düşüncemi söylediğimi, Dayı’nın yanında her türlü sırrımı, düşüncemi kaygısız, hesapsız paylaşacak bir rahatlığa sahip olduğumu, doğrusunun da bu olduğuna inandığımı belirttim. “Sorumluma, önder bildiğim yoldaşıma karşı aldatıcı, yapmacık davranma yerine intiharı tercih edeceğimi, belirttikleri şekilde bir davranışı kendimi Dayı’dan, Dayı’yı da kendimden uzaklaştırmak olarak gördüğümü” söyleyince bozulmuştu.

 Aynı günün akşamı, voltada Dayı’ya öğlenki bu tartışmayı da aktardım. Çay sohbetinde sana söylediklerimden, arkadaşlar şöyle bir sonuç çıkarmış diye konuşmayı aktardım. Arkadaşların duyarlılığı, hassaslığı tamam, ama bu mantık bana çarpık geldi. Bir saygısızlığım oldu mu? Senin ya da ileri bir sorumlunun yanında rahatça duygularımı anlatıp düşüncelerimi paylaşamamak bana iki yüzlü, kendine yabancılaşma gibi gibi geliyor deyince «Arkadaşlar neden o sonuca varmış bilemem.» Benim anlatımımda, düşüncemde bir olumsuzluk olmadığını belirterek rahatlatmıştı beni.

 Tabii, bu arada, insanların zayıf yanlarının nasıl giderileceğine dair de hala aklımda olan dersler vermişti; «İnsanlarımız mücadele kültürünün ürünü olduğu için çok değerli. Elbette pratik mücadelede gerileyen, savrulan da olacaktır. Ama hiç beklemediğin insanlardan da ileri atılanlar olacaktır. Devrimcilik, devrim mücadelesi böyledir… Ama her şeye rağmen insanlarımıza güvenmeliyiz. Bilimsel tedbirlerimizi elbette alacağız. Ama güvende kusur etmemeliyiz…»

 Uzunca anlatmıştı Xalo. Zira bu O’nun temel özelliklerinden de biriydi. Bir konuyu kavradığına emin olana kadar anlatırdı. Başladığı işi yarım bırakmaz, kesinlikle ertelemezdi. Hasta da olsa, imkanlar zorlasa da her türlü kişisel fedakarlığı yaparak başladığı işi sonuçlandırırdı. Onun için de iş aksatılmasına, ertelemeciliğe çok kızar ve hep “zamanında yapılmayan işi, ihtiyacı karşılamayan, amaca hizmet etmeyen, mücadeleyi gerileten bir zaaf olarak görmeliyiz” derdi. O’nun işlerdeki bu titizliği randevuda ise dakiklikti. Örneğin telefonda arayacağım demiş ve sana bir saat vermişse, önce mutlaka saatleri kendi saatiyle seninkini birbirine göre ayarlar, ve saniyesi saniyesine de o saatte arardı. Xalo’nun yaşamında geciktim, unuttum, trafiğe takıldım, saatim ileri gitmiş-geri kalmış gibi mazeretlere yer yoktur. Hiç tanık olmadım… Bu konularda çok titiz, ilkeli ve özel bir duyarlılığa sahipti. Onca yoğunluk içinde şaşmaz biçimde hayata geçirdiği bu dakiklik ve titizliğin O’ndan aldığım en önemli derslerden, O’na duyduğum saygının, hayranlığın kaynaklarından biri olduğunu özellikle belirtmeliyim.

 Xalo bilimsel doğruların, acımasız gerçeğin, halkın değerlerine bağlılığın, adaletin sembolüydü. Döne döne hep “Başarının olmazsa olmazı, ne kadar acımasız olursa olsun gerçeği görmek, esnetmeden, sağa, sola bükmeden bilimsel doğruları, değerleri ortaya koymak, yanlışın karşısına dikmektir.” derdi.

 Özgürlük eyleminden sonra Xalo’yla beraber dışarıda pratik mücadelenin havasını soluma olanağı yakalamıştım. Ancak bu süre içinde hiç yüz yüze görüşmemiz, buluşmamız olmamıştı. İlişkimiz hep ya notlaşmayla, ya da telefonla sürmüştü, 1990 baharında tahliye olmuştum ve Niyazi Dayı’yla ilişki içindeydim. Kısa sürede çok şeyin değişip geliştiğini görünce, bunu, “Ne oldu, bayağı gelişim olmuş. Her şey atılım sürecine girmiş?” diye Niyazi Dayı’ya sordum. Cevabı; “Evet, evet, hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. Ama birileri gelip senin göremediğini sana gösterip çığır açtığında çok şeyin değiştiğini, hızla geliştiğini görüyorsun. Bu da önder yoldaşın gücü, bizlere kattığı moral değer.” olmuştu.

 Gerçek de tamı tamına böyleydi. Çünkü, kavgada cüretkar bir irade olan Xalo, bizim yaratıcılıkta sınır tanımayan moral değerimizdi de. Bunun 12 Temmuz katliamında ve darbe döneminde bire bir tanığı da oldum. 12 Temmuz’ da Niyazi Dayıların katledilmesinin ardından ortaya çıkan olumsuzluklara Dayı hemen müdahale etmiş, gerekli yerlere birebir ulaşıp kısa sürede toparlamıştı…         

 Dayı yaptığı her şeyi alternatifli düzenler, mutlaka sağlamasını yaptırır ve bunun öncesinde de senin güvenliğini sorar, sorgular. Bir boşluk, eksik yan varsa, onu tamamlamak için yol-yöntem sunardı.

 Bizi sürekli uyarırdı: “Ne olursa olsun randevularınızda mutlaka 2’nci, 3’üncü alternatifleriniz olmalı. Telefonun, randevu yerinin, saatinin, şifrelerin mutlaka sağlamasını yapın, yaptırın. ‘Tamam’, ‘anladım’, ‘yazdım’ deyip ayrılmayın. Karşı tarafın da eksiklik yapabileceğini düşünün. Bunu bir alışkanlık, bir refleks haline getirmelisiniz…”

 Dayı’nın önem verdiklerinin başında gelen bir başka konu da kolektivizm ve alternatif yetiştirme meselesiydi. “Çalıştığınız her alanda mutlaka kendinize alternatif insan yetiştirin. Komite tarzında çalışın. Unutmayın, komite tarzında çalışmak hem sizi hem mücadeleyi geliştirir. Kadrolaşmada sürekliliği sağlar. Devrim için yeni olanaklar yaratır. Ben değil BİZ olmanın yolu da buradan geçer… Aksi, devrimi istememek, insanlara güvenmemek, kendini korumaktır. Ki bu da devrimci değil, risk almaktan korkan küçük burjuva aydın-memur kişiliğidir. Alternatifli çalışan, komiteleşerek yukardan aşağıya alternatiflerle örgütlenen insan devrimci, riskten korkmayan insandır.”

 Hazırcılığa da çok kızdığını, devrim için olanak tüketen değil olanak yaratan insanlar olmak gerektiğini sürekli vurgulamıştır.

 16-17 Nisan’da, Sabolar’ın katledilmesinden bir süre sonra bizimle ilişki kuran telefon birden bire cevap vermez oldu. Daha doğrusu her aradığımızda yabancı dilden cevaplar verilip kapatılıyordu. Hatta bir iki kez yabancı dilden cevap verildiğinde o mekanda Türkçe konuşma sesleri gelince, ne oluyor, orada Türkçe konuşan var, onları çağır dediğimde de hemen kapatılmıştı. Bunların üzerine deşifre olmuştur, sakıncalı olur düşüncesiyle uzun bir süre o numarayı aramadık.

 Tam sekiz ay ilişkimiz kesildi. Ta ki Dayı’nın darbecilerin elinden kurtulup darbeyi açıklamasına kadar hiç arayan soran olmadı. 8 aydır bütün çabalarımıza rağmen ilişki kurmayanlar, şehit verip çatışmalar yaşamamıza rağmen arayıp sormayanlar Dayı’nın darbeyi ülkeye haber vermesinden iki gün sonra, dağın kış koşullarında bize ulaşıp “önce aradıkları telefon numarasını arasınlar” haberini göndermişlerdi. Aylarca yaptığımız onca aramada tek kelime Türkçe duyamadığımız telefonda bu kez Haydar’ın sesini duyduk. Daha “hayırdır?” dememize fırsat vermeden “ya aylardır arayıp soramadık, nasılsınız, ne yer ne içersiniz, bir şeye ihtiyacınız var mı? Hemen Avni’yle beraber iki gün içinde İstanbul’a gelin. Şu telefonu arayın, arkadaşlar sizi alacak” deyip, soru sormamıza bile fırsat vermeden telefonu kapattı.

 İki günde dağın zirvesinden İstanbul’a güvenli bir şekilde nasıl gideceğimiz adamın hiç umurunda değildi. Hayatı bilmeyen birinin söyleyeceği bir şey olur ancak bu. Yıllarca Dayı’dan hiç böyle bir şey duymadık biz, “ne zaman yapabilirsiniz, kaç günde olur…” önce bunu sorar, sonra tartışır, elbette hızlandırmaya çalışır ama asla böyle söylemezdi. Kendi olanaklarımızla, ancak bir haftada denilen yere ulaştık.

 Yolculuk zordu, ama çağrıyı parti kongre faaliyetinin başlamasına yorduğumuz için çok da sevinçliydik. Ama karşılaştığımız manzara bu sevincimizi öfkeye dönüştürmüştü. Çünkü Niyazi, Sabo, Sinanlar’ın yokluğunu da fırsat bilen Haydarlar’ın, tüm kadroların inisiyatif verdiği ve parti çalışmalarına yoğunlaşan önderimizi tutsak alıp darbe yaptıklarını, kadrolardan habersiz aylarca örgütü yönettiklerini öğrendik.

 Bu sürede, on’ları aşan şehitler verilmiş olmasının, özellikle kırla ilişkilerin kopmuş olmasının sorumlularının, önderlik ellerinden kurtulup yaptıkları darbeyi ifşa etmese, bir fırsatını bulup O’nu katletme hesabı yapmış olmalarının, hiç de uzak ihtimal olmadığını düşününce öfkemiz daha da kabardı, büyüdü.

 Sonuçta tüm alan ve kadroların, tekrar önderliğe inisiyatif ve yetki vermesiyle kontra çetesinin aşağılık darbe emellerini boşa çıkardık. Eğer Dayının devrimci adaletteki tavizsiz tutumu ve ilkesel bakışı olmasaydı, kontra çetesini öfkemizle siler süpürürdük. Öyle ki, ilk anda ülkedeki tüm darbeciler elimizin altındaydı. Hepsini tutuklamayı önerdiğimizde Dayı, harekete ve kendisine yapılan onca kötülüğe rağmen olmaz deyip durdurdu.

 “Kesinlikle öfkelerinize yenik düşmeyecek, bireysel, fevri tavır ve davranışlarda bulunmayacaksınız. Örgütsel hukukumuzu işleteceğiz… Kadroların toplantısını en kısa sürede sağlayacağız. Ben de dahil kimin suçu varsa kadrolar önünde hesabını verecek, eleştirisini, özeleştirisini yapacak. Kesinlikle kimse yapılan yanlışa aynı yanlışla cevap vermeyecek.. Örgütsel ilke ve kurallarımız tanımamazlık edilmesin.”

 Adaletten, ilkelerden iktidar hedefinden -ne olursa olsun- şaşmayan bir irade!

(…)Bir çoğumuz Sol’un sergilediği tavrın devrim cephesinin hukukuna, ahlakına uymadığını, tahammül sınırını çoktan aştıklarını, bunlara bir tavır almamız gerektiğini önerdiğimizde, Dayı yine devrimin uzun vadeli çıkarlarını esas alan, bize aynı zamanda ideolojiye ve kendine güveni öğreten şu tavrı alıyordu: “Hayır, kesinlikle sabırlı olacağız. Sol’a ideolojik mücadele dışında hiçbir tavır alınmayacak… Sol eski sol. Grupçu çıkarları nevirlerini döndürmüş… İktidar bilincinden yoksun, insan hakkı savunuculuğuna saplanmışlar… Tavırları şaşırtmamalı. Evet, sol kendisinden beklenen, alması gereken devrimci tutumu göstermedi. Biz, devrimin dış ve iç düşmanlarına karşı uzlaşmaz devrimci tutumumuzla yolumuza devam ederek kendimizle beraber sol’u da eğiteceğiz.. Sol’a ideolojik mücadele yöntemleri dışında yöntemlerle cevap vermek devrime, iktidar mücadelesine bir şey kazandırmaz, aksine kaybettirir. Biz iktidar mücadelesi bilincinde, iddiasında olan bir hareketiz. Onun için ne olursa olsun Marksizm-Lenizmin değerlerinden, ilkelerinden, hukukundan sapmayacağız.. Sol darbecileri sahiplenmekle bizden çok kendisine en çok da devrime zarar veriyor… Bu ahlaksızlığı sahiplenmeleri kendilerini vurmaya başlar. Darbecileri de iyi tanıyorum. Birkaç aya kalmaz birbirine darbe yaparlar…”

Böyle demişti ve Dayının bunları söylemesinin üzerinden daha aylar geçmeden, hem solda, hem darbecilerde yaşananlarla hepsi bir bir doğrulandı.

Dayımızın temel telkinlerinin başında hep: “Hangi şart ve koşulda olursanız olun, eylemde, düşüncede, savaşta çevrenize karşı sabırlı, soğukkanlı ve adaletli olacaksınız..” öğüdü gelirdi.

Eleştiri, özeleştiri silahını çok önemserve ısrarla; “Biz düşmanlarımızı ne eleştiririz, ne özeleştiri veririz. Onlara proleteryanın devrimci şiddetiyle yaklaşırız. Biz sadece değer verdiklerimizi, sevdiklerimizi eleştirir, onlara özeleştiri veririz. Çünkü eleştiri özeleştiri sahiplenmedir, değer vermedir. Mücadelenin gelişim bilimidir. Bu bilimi iyi kullanın” derdi.

Düşmanla olduğu gibi zaaflarla uzlaşma anlayışını da devrim ve sosyalizm düşmanı, karşı-devrimcilerin güç aldığı bir tutum olarak görürdü. Özellikle altını çizerek, “Devrimci kişilik emekçi sınıfın kurtuluş olanağı, sömürücü sınıfın en amansız düşmanıdır. Bu kişilik burjuvalarla da, onlardan etkilenen anlayışlarla da uzlaşmaz… Proleteryanın temsilcisi olarak O’nun burjuvaziden esirgemediği tek şeyi proleteryanın devrimci şiddetidir… Biz burjuvazi ile de, burjuva anlayışlarla da, zaaflarla da uzlaşmayız. Çünkü biz Marksist-Leninistiz, yanlışların düşmanı, doğruların dostuyuz” derdi sürekli.

Politikleşmiş Askeri Savaşımızın kurmayı, komutanı, üretkenliğin, özverinin, paylaşımcılığın emsalsiz örneği; ulaşılması zor bir irade gücü ve sınıf bilincinin taşıyıcısı Reber Xalo, devrimdir, sosyalizmdir. Kongre sürecinde bunu çok daha net gördüm. Çünkü O’nun felsefesinde umutsuzluk yoktu, umut vardı. Güvensizlik yoktu, güven vardı. Bilinmezlik yoktu, bilinç vardı. O’nun yaşamında gerekçe, gizem yoktu, halkına, yoldaşlarına açıklık ve kavgaya bağlılık vardı. Disiplinsizlik, ilkesizlik, kuralsızlık yoktu, disiplinli, ilkeli kurallı yaşam vardı.

O’nun yaşamında ben yoktu, BİZ vardı. Devrim, devrimin ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğu, sıra neferliği bilinci, sarsılmaz inancı ve sınırsız fedakarlığı vardı. Bu nitelikleri sayesinde Mahir’den devraldığı devrim bayrağını her türden düşman saldırılarını, en sinsi oportünist ve revizyonist kuşatmaları yara yara bugünlere taşıdı. Zaferlerde rehavete, yenilgilerde yılgınlığa meydan vermeden; “bittiler”, “bitirdik” denilen her noktada daha güçlü adımlarla ayağa kalkıp hızımızı arttırarak umutsuzluğu umuda dönüştürdü.

 “Bugün, kim Leninizmin yüce bayrağını hem teoride, hem sosyal pratikte emperyalizmin ve oportünizmin saldırılarını göğüsleyerek yükseklerde tutuyorsa, Türkiye’ deki Marksist hareketin tarihi zincirinin haldeki halkası olur; devamı olur” diyordu Mahir. Dayı, BİZ’e Kızıldere’nin ardından işte bu onuru kazandırdı. Devrimci hareketi adeta küllerinden yeniden yaratarak halkımızın kurtuluş umudu, ülkemizdeki bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin tartışmasız öncüsü haline getirdi.

O’nun yokluğuna hiç alışamayacak olsak da, en büyük tesellimiz bıraktığı bu eşsiz miras, yaratıkları, lekesiz yaşamı ve öğrettikleri olacak. Ve O, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bizimle olmayı, sönmeyen bir meşale gibi, yolumuzu aydınlatmayı sürdürecek. Çünkü o, halkımızın öncüsü öfkesi; emperyalizm ve işbirlikçi oligarşinin korkusu ve kabusu; Mahir’ in yoldaşı, öğrencisi; Denizlerin, İboların can dostu, geleceğimizin umut güneşi bir önder olarak, diğer tüm önderler gibi ölümsüzleşmiştir.

Hiçbir güç onu toprağa sığdıramaz. Dayımız, her doğan günle yeniden doğarak yine kavgamızı harlamaya, inanç ve moral kaynağımız olmaya, şaşmaz kılavuzumuz olarak bize yol göstermeye ve kavgamızda yaşamaya devam edecek. Çünkü önderler sınıf savaşının en politik, en bilimsel, en savaşcı, en üretken ve kimsenin göremediğini görebilen, herkesin hissedip de tanımlayamadığını teorileştirip, pratikleştiremediğini en doğru ve tam şekilde tanımlayıp pratikleştiren, inisiyatifli, özgüven ve irade sahibi yaratıcı yeteneklerdir.

Bıraktığın mirastan güç alarak yürüyeceğiz

Onları mücadelede öne çıkaran da zaten bu olağanüstü iradeleri cüretleri ve yetenekleridir. İşte Xalomuz, öğretmenimiz de böyle güçlü bir iradenin ve emsalsiz bir yeteneğin sahibiydi. İnanıyorum ki, sınıflar mücadelesi ilerledikçe gerek ülkemiz, gerekse dünya halkları tarafından Dayı’nın önemi daha iyi anlaşılacak ve kavranacaktır. Hiç kuşkumuz, kuşkum yok ki, Xalomuz da halklar tarafından baş tacı edilecek, O’nun savaş tarzı ve bıraktığı mirasla özgürlüğe yürüyecektir. Şimdi görevimiz bu süreci hızlandırmak için Xalo’yu bir bütün olarak daha iyi anlamak, O’ndan öğrenme hızımızı arttırmaktır. Çünkü Xalo’yu anlamak devrimi anlamaktır; Xalo’yu anlamak, kendimizi tepeden tırnağa devrime adamak, kendimizde düzene dair ne varsa kökünden söküp atmaktır. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini daha iyi kavrayarak zafer yürüyüşümüzü hızlandırmaktır.

Kongre sonrası ayrılık vakti gelip çattığında Dayı sarılıp kucaklarken; “Dikkat eder, ilkeli, disiplinli savaşıp ölmezseniz yine buluşuruz” demişti. Fiziki olarak tekrar buluşma umudumuzu da alıp götürdü beklemediğimiz bu lanet olası ölüm.

Evet bundan sonra fiziken hiç kucaklaşamayacağız. Kendi dilimizde espriler yapıp kahkahalar atamayacağız. Ama inan Xalo, yine seninle ve senden, bıraktığın eşsiz mirastan güç alarak yürüyeceğiz devrimin sarp ve dolambaçlı yollarında. Söz sana Xalo: Sana, sana layık olarak geleceğiz. And olsun ki, senin fiziki varlığından mahrum olsak da, bundan sonra da yine senden öğrendiğimiz gibi umudu büyüterek; hayalini kurup, bizden de hep istediğin ve uğruna 38 yılını verdiğin dünyayı bir kez de Anadolu’ dan sarsma düşünü bir gün mutlaka gerçek kılmış olarak seni selamlayacağız.

 20 Ekim 2008

(Yukarıdaki anlatım, Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm İçin Yürüyüş dergisinin 7-14 Aralık 2010 tarihli, 166. Ve 167. sayılarında yayınlanmıştır.)

***

TAYAD’lılar anlatıyor:

Bizim için gözünü kırpmadan mücadele ettiğini

gördüğümüz için o bizim kalbimizde her zaman.’

Kezban Bektaş (TAYAD’lı)

Bu seferkine de inanmadık. Ne zaman kendi kendimizden haber aldık o zaman inandık. Daha böyle bir insan gelmez.

Millet onun ölümüne bile nasıl saygı duydu. Mahir bitmediği gibi Dursun’um da bitmeyecek. Nesilden nesile devam edecek. Biz, ana olarak beş kadın durduk naaşının başında. Hepimiz de böyle saygıyla durduk. Cenazeyi gören herkes tabutunu öpmek istedi. Cenaze töreni çok güzel de oldu. 7 yaşından 70 yaşına kadar herkes de cenaze törenine katıldı. Ben ne hissettim biliyormusun?.. Bir daha göremiyeceğim yavrumu diye çığlık attım. Dayanamadım!..

«Dursun’um yavrum, fedakar yavrum ben sana dayanamam» dedim. Kapıdan girince bağıra bağıra yanı başına dolandım. Bizim çocukların gözlerine bakınca öyle anca kendime geldim. Sağ olsaydı da var ya ‘ana ne yapıyorsun’ derdi. Yüzümüze gülümsüyordu. Sanki hiç böyle ölmüşe benzemiyordu. Öyle gülüyordu ki… Üzüntümden bayılacaktım ben orada ama Dursun’umun hatırına dinç kaldım. Kendimize bir güç geldi orada. Mezarlığa da varınca dedim ki; ‘yavrularım getirdim, liderinizi getirdim’ dedim… Onlar onur duyulacak insanlar. Halkı için gittiler onlar. Halka bir mucize göstermek için. İnsanlar iyiyi doğruyu görsün diye uğraştılar. Nasıl büyük bir ailesi varmış ki. Ne kadar mutludur şimdi Dursun’um. Bize büyük bir miras bıraktı yavrum. Yani babamız anamız vermedi bize bu mirası Dursun bıraktı bu mirası. Tanımaktan da çok mutluyum onu. Uğrunda ölürüm ben o adamın. 70 yaşındayım ama ben ne yoruldum ne bir şey ettim Dursun’umun yavrumun başında bekledim.

Ben Dursun’umu ilk Atatürk Öğrenci Yurdu’nda mahkemede tanıdım. Bütün çocuklar savumalarını yaptı, en son Dayı çıktı konuşmaya. Dayı çıkınca askerler saldırmaya başladı ama nasıl dövüyorlar biliyor musun? Öyle olunca diğer çocuklar da koştular Dayı’yı korumaya. Orası karıştı, hepimiz çığlık çığlığa, gücü yeten askere saldırdı. Ben Dayı’yı işte o zaman tanıdım. O zamana kadar Dayı Dayı diyorlardı ama ben hiç tanımazdım.

Benim ile ilk konuşması ben ameliyat oldumdu bel fıtığından, o zaman konuştuk ilk. Ben 7 ay yattım, ameliyattan sonra açık ziyaret geldi, ben ayağa kalktım gittim. Sonra orda beni yanına aldı. ‘Özür dilerim ana’ dedi ‘sen hastalandın bir ziyaretine bile gelemedik mektupla’ dedi. Ben dedim ki, ‘yavrum haberiniz olmadıysa ne olur’ dedim. Sonra böyle benim elimi tuttu yamacına oturttu. Öyle konuştuk yavrum. Öyle bir konuştu… Ama paha biçilmez biri, ben öyle bir insan daha tanımadım. Öyle yani çok iyi bir insandı, insanların üstünde iz bırakan, öyle dikkat eden, herkesin hayranlıkla baktığı bir insandı. Hayranlkla herkes onu seyrediyordu mahkemelerde. Biz öyle bir insan görmedik daha. Ölümüyle de bizi çok sarstı. Kaç zamandır düşman yazdı yazdı, ‘şu zaman öldü, bu oldu’ diye ama biz hiç inanmadık.

Ben hiçbirini birbirinden ayırdedemem de, hepsi benim yavrularım, hele İbo’mun (şehidimiz İbrahim Erdoğan) şöyle bakışı varya nasıl etkiliyordu bizi, bebek yüzlü Sinan’ımı (şehidimiz Sinan Kukul) nasıl ayırayım. Ama Dursun daha başkaydı. Yani onu anlatacak birşey bulamıyorum. Mahkemeye girerdik böyle. Dayı savunma yapmadan önce herkesi bir gözden geçirirdi, ondan sonra selamlardı, sonra savunma yapardı.

Onların ayağında şort, sırtlarında atlet, ayaklar çıplak, ellerinde zincirler. Biz aklımızı kaybettik. Biz öyle bağıra bağıra girdik mahkemeye. Onlar nasıl neşelilerdi. O zaman mahkemede tek tek böyle konuştu hepimizle. ‘Bizi merak etmeyin. Biz buraya onurumuzla gururumuzla geldik. Biz onların dediğini yapmıyor, elbise giyinmiyoruz. Onun için böyle geldik’ demişti. Onlar orada sloganlarını ata ata moralleri o kadar düzgün: biz de varınca bizimki de düzgün oluyordu. Dayı da orada çıkıp herkesi savunuyordu. Askerler onu itmeye çalışıyor, engellemek istiyordu ama o hiçbirini dinlemiyordu. ‘Siz bizi yargılayamazsınız biz sizi yargılayacağız. Tarih yazacak bunları’ derdi. Dursun onları yargılıyordu yani.

*

Zöhre Yalçın (TAYAD’lı)

Dayının şehit haberini duyunca tabii, inanmak çok zor oldu. Çünkü düzenin basınının, TV’sinin her zaman yaptığı işlerden biridir diye düşündüm önce. Açıklama gelene kadar da bu düşüncemi korudum. Dayı’nın baş ucunda beklerken, ona o anki görevimi yerine getirirken, bir taraftan inanmanın ne kadar zor olduğunu düşündüm. O an gözümün önüne Metris’te ki, duruşma salonundaki günleri hatırladım. Diğer taraftan «iyi ki seni tanımışım, ne mutlu bana» diye düşündüm. Seninle ne kadar onur, gurur duysam bana az gelir. Abi oldun, yoldaş oldun, yeri geldi öğretmenimiz oldun. Seni unutmak mümkün değil.

*

Gülsen Kargın (TAYAD’lı)

Ben 1994’den beri TAYAD’lıyım. Dayı’yı ezilen halkların, sömürülen insanların, aç susuz kalan insanların yanında mücadele eden ve onların hakkını savunan, nice işkencelere baskılara maruz kalarak halkının yanında olan, halkını seven bir lider olarak okuduklarımdan, anlatılanlardan, duyduklarımdan, gördüklerimden öğrendim, tanıdım. O bizler için mücadele ediyordu. Bizim için gözünü kırpmadan mücadele ettiğini gördüğümüz için o bizim yüreğimizde, o bizim kalbimizde her zaman.

Dayı, Türkiye devriminde büyük bir önderdi. Türkiye devriminin yaratıcısıydı. Tüm halkın yüreğindedir o bizler için. O ölmedi… Yine halkının yanında, halkın yine önderi. Onun bıraktığı mirası dimdik, ölüm pahasına da olsa, ona layık olarak yerine getirecek binlerce insan bıraktı geride…

14 Ağustos günü, sabahleyin ailelerle onurlu ve gururlu, ona layık olarak, gözlerimizin yaşını içimize akıtarak, dimdik ayakta onu karşılamaya gittik. TAYAD’lı aileler olarak havaalanının önüne geldik. Polisler çok yoğun bir güvenlikle etrafımızı sardılar. Bizi havaalanı kapısından uzaklaştırmaya, sokmamaya çalıştılar. Bizim kararlılığımız sonucunda otobüsümüzü içeri almak zorunda kaldılar. Saat 16.30’da Dayı havaalanına geldi. İçimden «kendi topraklarına, kendi ülkesine geldi, başını kaldırıp bizleri bir görsün» istedim. Onu yüreğimizde yaşattığımızı görsün istedim. Gözlerimiz sürekli cenaze arabasındaydı. Türkiye bir önderini, bir evladını yitirdi. Hepimizin başı sağolsun. Böyle bir önderi, Türkiye devrimini yaratan evladımızı kaybettik. Herkesi yanımızda olmaya çağırıyoruz diyerek TAYAD’lı aileler olarak böyle yiğit bir evladımızın, böyle kahraman bir evladımızın cenazesini biz göğüsledik ve 15000 kişi ile uğurladık.

Ben Dayı’yı mahkemelerde, görüntülerde, dergilerde, kitaplarda, insanların anlatımından tanıdım. Hapishane’ye görüşe gidip gelen, mahkemelere gidip gelen insanların anlatımlarından tanıdım. Onun düşmana karşı haykırışları, hapishanede ki o baskılara, o işkencelere, tektip elbiseye, 12 Eylül Cuntasına karşı direnişinden tanıdım. Onu göremedim ama bu şekilde tanıdım.

Böyle, ülkesini, halkını, yoldaşlarını seven Dayı’nın cenazesine katıldık. Onu ölümsüzlüğe uğurladık. Dayı’ya yakışır bir şekilde bir sahiplenme vardı. Kitlenin sonunu görmek mümkün değildi. Herkes onu görmek istiyordu, ona dokunmak istiyordu herkes onun önünde and içip sevgisini gösteriyordu ve onu Gazi’de halkla birlikte coşkuyla sonsuzluğa uğurladık.

(TAYAD’lıların yukarıdaki anlatımları, Emperyalizme Ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 24 Ağustos 2008 tarihli, 1. sayısında yayınlanmıştır.)

***

Yoldaşları anlatıyor:

Mehmet Doğan, DHKP-C Önderi Dursun Karataş’la Sultanahmet, Sağmalcılar Özel Tip, Metris ve Sağmalcılar Kapalı Hapishanelerinde birlikte kaldı. Mehmet Doğan’ın anlatımından:

‘Tek başına kalmayı o kavrattı’

Dayımızın şehitliği haberinden sonra, onunla ilgi bir anlatımda bulunmak çok zor. Her zaman zehirli okların hedefi olmasına, hakkındaki karalamalara karşı, o hep ışıklı bir yoldu bizler için…

Rotatifler yalanlar için döndü, basın ve TV’ler birbirleriyle yarıştılar on yıllarca… İşkencehanelerde manyetolar dönerken, falakalar atılırken bir de beyinler saldırıya uğruyor, işkenceciler onu karalamak için birbirleriyle yarışıyordu.

(…)

Abartısız, herşeyi mercek altındaydı. Metris –Baştabya’daki Devrimci Sol davası duruşmalarında tüm basın, kameralar her duruşma Dayı’ya odaklanmıştı, bir açığını bulup sansasyonel bir haber yapmak için yıllarca onu izlediler. Bu saldırıları da; O’nun, kontrgerillacılar, emperyalistler ve işbirlikçilerini nasıl korkuttuğunun birer kanıtıydı.

(…)

Dayı demek güven demekti. Onun olduğu her yerde bu güven ve bağlılık vardı. Örgütlü mücadeleye ilk adım attığım 12 Eylül öncesi yıllarda da, bir çok sorunumuz vardı. Devrimci Yol tasfiyeciliğinin yaşandığı yıllarda, sonrasında yeni bir hareket olarak çıkmanın zorluklarında, hep «Dayı ne diyor?» sorusu gündeme gelirdi.

Henüz Dayı’yı tanımadığım bir dönemdi. Mücadele içinde yeniyim ve öğrenci yurdunda kalıyorum. Hemen herşeyin tartışıldığı bir dönem, “Sosyal Emperyalizm”, “ulusal sorun”, “Anti Faşist mücadele” gibi… Tartışmalarda arkadaşlar sık sık “Dayı ne diyor, onunla konuştun mu?” diye soruyordu. Bu tür şeyleri duydukça “Dayı kim, nerede?” diye sormuştum. Ve doğrusu benim kafamda “herşeyi bilen”, “herkesin çok sevdiği” bilge bir kişilik canlanmıştı.

Dayı’yı tanıyanlar bu yanları ile birlikte, çalışkanlığını, militanlığını, kitle mücadelesi anlayışını sürekli anlatırlardı.

Tutsaklık koşullarında, o sürece ilişkin bir arkadaşımızın sorusu üzerine, Dayımız o süreci Cephe sempatizanlığından başlayarak çok ayrıntılı anlatmıştı. O anlatımda da mütevaziliği belirgindi.

Devrimci Sol yaratılırken eşsiz bir demokrasiye de tanık olmuştuk. Tüm engellere, tasfiyeciliğin saldırılarına karşın, her konuyu günlerce tartışabildik. ‘71 silahlı devrim hereketini, THKP-C’yi, anti-faşist mücadeleyi… her şeyi tartıştık, sürece katıldık. Bu daha en başta farklı bir kültürün, bir devrim iddasının kendisi idi. Aynı koşullarda, tasfiyeci Devrimci Yol anlayışı, tartışmaları engelliyor, kendi düşüncelerine ve insanlara güvenmeyerek, ayrışmayı gizliyordu.

Dayı’nın önderliği altında mücadele etmek, anlamlı ve güzeldi…

Genç kadrolara güven politikası sonucu, ben ve benim gibi yüzlerce Dev-Genç’li mücadelenin içinde görevler aldık. Belki çok şeyi bilmeyen, yepyeni ama cıvıl cıvıl olan gencecik insanlara güvenildi, değer verildi, önleri açıldı.

Diyebilirim ki, onun yaratılmasında katkıda bulunduğu yeni kültür ve bu ilkelerle birlikte, “okul devrimciliği” dönemi kapandı. Zira okul devrimciliğinde, okul tatil olunca devrimcilik de tatil olur, okul bittiğinde devrimcilik de biterdi. Mücadele sanki okul dönemlerine göre endekslenmişti. İşte bu yanlış bakış açısı sonucudur ki, yüzlerce insan düzen saflarına döndü. O, bu kültürü yerle bir etti.

Mücadelenin daha en başında, “devrimci teoriye” verdiği önemi, nasıl bir hareket olacağımızın da ayrımı olarak görüyorum. 12 Eylül öncesi yoğun anti-faşist mücadele içinde okumaya zamanın olmadığı günler yaşandı. Yoğun pratik ve günlük görevler vardı. O koşullarda; devrimci teorinin kavratılması, çizgimizin içselleştirlmesi, Marksist-Leninist bilimin öğrenilmesi için ısrarlı bir çaba harcanmıştı.

Okuma programları yapıldı, dergi ve broşürler çıkarıldı, yurtlarda ve okullarda seminerler örgütlendi. Kısacası yoğun bir teorik eğitim ve tartışma dönemi yaşadık.

Dayımızın bu konudaki hassasiyetini, tutsaklık koşullarında da gördüm. 12 Eylül yılları aynı zamanda Marksizm-Leninizm’i inkar etmenin, çürümenin revaçta olduğu yıllardı. Değişik örgütlerden tutsakların karışık kaldığı koşullarda, bulunduğumuz koğuşlarda da böyleleri çokça vardı.

Ancak, 1987 yılında ilk kez uzun direnişler sonucu Metris hapisanesinde bir araya gelmiştik. İlk işimiz süreci, dünü, tüm yaşananları tartışmakla, konuşmakla işe başlamak oldu, merkezi bir eğitim programı oluşturuldu.

Dayımız ile aynı koğuştaydık. Karşımızdaki koğuşta şehitlerimizden Sinan Kukul, Cavit Özkaya vardı. Şehitlerimizden İbrahim Erdoğan üst koğuşumuzdaydı. Koğuşumuzdaki yoldaşlarımızdan biri de şehidiimiz Mete Nezihi Altınay’dı. Aklımda kalan en iyi tartışmacılardan birisiydi Mete. Havalandırma süresi sınırlıydı ve o sınırlı sürede, havalandırmaya bu tartışmaları hep birlikte taşırdık.

Dayımız tüm tartışmalara katılıyor, izliyor ve birçok noktada tartışmayı yönlendiriyordu. Öngörüsü ve birikimiyle tartışmaları zenginleştiriyor yön veriyordu. Tartışma süreci hepimiz açısından eğitici, geliştirici ve ufuk açıcıydı. Adeta tartışılmadık hiçbir şey kalmadı diyebilirim. İdeoolojik ve politik olarak daha güçlenmiştik. Tutsaklık koşullarındaki mücadeleyi, Dayımızın önderliğinde 12 Eylülün kimliksizleştirme politikalarını boşa çıkartarak, kazanmıştık. Bize “Haklıyız Kazanacağız” dedirten de bu güçtü.

Öngörülüydü. Konuşmalarında; umut, bilimsellik ve Marksizm-Leninizm’e güven vardı. Yıllar sonra bile o sohbetlerin derinliği bizi güçlü kılmaya devam etti ve yaşananlar bir daha gösterdi ki, Dayımız yıllar sonrasını o gün bizlere resmetmeye çalışıyordu.

O yıllarda örgüt ve sosyalizm düşmanlığına karşı barikat olan da bizdik, bizim düşüncelerimizdi. Kuşkusuz bu barikatın mimarı Dayımızdı. Gerekirse doğruları savunmak için; “Tek başına olmayı”, “Tek başına kalmayı” bize o kavrattı. Onun içindir ki, ’84 ölüm orucu direnişinde, Metris’te, 2000-2007 ölüm orucu direnişinde “tek başına” iken tereddüt etmedik.

Dayımızın hapishane yıllarında ki üretkenliğini, bazen günde iki-üç saat uyku ile yetindiğini, zamanını çalışmak, üretmek ve insanlarla ilgilenerek geçirdiğini gördüm. Bu yanıyla da biz tutsaklara hep örnek olmuştur. O bizlere emekçiliği, sabrı, emeğin ve çalışmanın anlamını öğretmiştir. Bir çok yoldaşımız onun çabalarıyla her konuda yazı yazabilecek duruma gelmiştir.

Gelişmeleri mutlaka takip ederdi. Yeni çıkan her kitabı mutlaka incelemiş okumuştur. Basını izler, okur ve kimi tartışmalarla paylaşırdı.

Yirmidört saati birlikte geçirilen bu yaşamda Dayımız sadece bizim öğretmenimiz, Önderimiz değil, aynı zamanda abimiz, arkadaşımızdı. Biz ona teklifsizce ve hiç zorlanmadan herşeyimizi anlatırdık. Onca işinin arasında bizleri dinler yardımcı olurdu. Bir çoğumuzun aile fertlerini bilir, tanırdı. Ziyaretlerde onlarla ilgilenir, sohbet ederdi.

İnsan ilişkilerinde özenli saygılı ve inceydi. Günlük yaşamımıza ilişkin kimi işleri, saygımız ve sevgimizden dolayı Dayı’ya yaptırmak istemezdik. Ama O yine de masa silmekten, çay dağıtmaya kadar günlük yaşama ilişkin işleri de yapmaktan geri durmazdı. Her şey mücadele içindi ve alışkanlıklarımız, davranışlarımız buna göre şekillenmeliydi.

Şehit ve tutsaklarımıza özel bir önem ve değer verirdi. Sık sık “şehitlerine ve tutsaklarına sahip çıkmayanların geleceği olamaz” derdi. Kaçkın ve döneklere karşı da bir o kadar uzlaşmazdı.

Hapishanelerde geçirdiğimiz yıllarda Dayı’nın kızdığı bir çok şeye de tanık oldum. Ama kızdığında da eğiticiydi. Mavracılığa, boş boş oturmaya, tembelliğe, vurdumduymazlığa çok kızardı. Sağmalcılar Özel Tip hapishanesinde, okuduğumuz günlük gazetelerden bir kısmı ‘kaybolmuş’tu. Dayımız bu duruma kızmış gazetelerin bulunmasını istemişti. Bugün önündeki gazeteyi kaybedenler, yarın halkın ve hareketin değerlerini kaybeder sahip çıkamaz diyordu. O günden sonra tek bir gazeteyi kaybetmedik.

Hapishane yıllarında emeğinin geçmediği kimse yoktur. İnsanlara emek vermeyi sabırlı olmayı ondan öğrendik. Zaafları olan, saldırılar karşısında sallantıda olan kimselerin bir kenara itilmesine asla izin vermez onlarla ilgilenir ve ilgilenilmesi isterdi.

Dayı ilk tutsak düştüğünde Davutpaşa Askeri Hapishanesinin işkenceci müdürü onu “bağımsızların” (direniş saflarını terkedenler) bulunduğu bir koğuşa koymuştu. Davutpaşa’yı teslim almak için hemen her gün işkence ve saldırıların olduğu bir dönem yaşanmaktaydı. Tutsakların silahla tarandığı da, yaralıların olduğu dönemler de olmuştu. Amaç “bağımsızların” sayısını artırarak, teslim almaktı. Dayımız, bağımsız koğuşta tutularak, etkisizleştirilmeye çalışılıyordu. Ancak idarenin hesapları tutmadı. “Bağımsızlar”dan bir çok tutsak bile, Dayı’nın varlığı ve ilgilenmesi ile kendisini toparlamış, idareye tavır alacak duruma gelmişti. Dayı’nın gelmesi süreci tersine çevirmiş, Davutpaşa’daki direniş büyütülerek idarenin saldırıları boşa çıkarılmıştı.

(…)

Dayı hapishane personeliyle de ilgilenirdi. Nitekim Metris hapishanesi (sivil) personelle yönetilmeye başlanıldığında Dayımızı görmek için, onunla sohbet etmek için koğuşlarımıza gelen personel olurdu. Hatta geliş-gidişleri sık olmaya başladı bazılarının. Onlar da “Dayı” diye hitap etmeye başladılar. Kimi zaman ‘fırça’ yerlerdi bazı yanlış davranışları nedeniyle. Dayı’nın ‘fırça’ larını da sevmişti personel.

Gerek hapishanedeki işkence operasyonlarında gerekse mahkemelerde onun düşmana verdiği korkuyu görmek mümkündü. Çoğu zaman tartışma ve polemiklerde işkececi subaylar, mahkeme başkanları susmak zorunda kalırlardı.

Yaşamın her alanında onun ayak izlerini görmek mümkündür. Bilgeliğiyle bizlere hep yön vermeye, yol göstermeye devam edecek. Her daim yolumuzu aydınlatan ışıktır O…

(Yukarıdaki anlatım, Emperyalizme Ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 24 Ağustos 2008 tarihli, 1. sayısında yayınlanmıştır.)

***

DAYI’ya

seninle yürüyoruz devrime…

Bu halk seni sevdi Bilge usta,

Biz seni sevdik…

Gördük, bildik, tanıdık

Yüreklerimizi fethettin

Dayı dedik..

Seni sevmek Mahir gibi

Seni sevmek Hüseyin, Ulaş…

Seni sevmek Niyazi, Sinan..

Seni sevmek sabo…

Seni sevmek destan destan

Seni sevmek BİZ!

Seni sevmek,

Şafaktan önce düşmek yola

Ve “ne mutlu” diyebilmek ilk ölüme..

Seni sevmek,

Çeliğe su verilir gibi

Gün gün katılaşmak kavgada…

Seni sevmek,

Zincir sevmezliğidir bileklerimizin

Başeğmezliğimizdir..

Seni sevmenin fiili halidir

Mavzeri omuzlayıp

Dağlara çıkmak…

Seni sevmek;

Hakikate avaz

Hürriyete şarkı,

Zorbalığa sövgü olmaktır…

Seni sevmek,

Her daim umutlu yaşamaktır…

Seni sever gibi seviyoruz

Halkımızı, yurdumuzu.

Ve seninle yürüyoruz devrime…

***

Yoldaşları anlatıyor:

Zeynel Polat, DHKP-C Önderi Dursun Karataş’la birlikte 1984 Ölüm Orucu direnişinde yer aldı. Zeynel Polat’ın anlatımından:

‘Müthiş bir iradeydi’

Yeri doldurulamayacak bir yoldaşı, bir önderi anlatmak, hele de aramızdan ayrıldıktan sonra anlatmak hiç de kolay değildir. Ben, 1984 Ölüm Orucu direnişinde hastanede birlikte geçirdiğimiz günlerden söz etmek istiyorum.

Bu günler, aynı zamanda Dayı ile ilk defa geceli gündüzlü aynı ortamı paylaştığımız günlerdi. Bu yanıyla da benim için ayrı bir anlamı var. Direnişin 45. gününde Ölüm Orucu’nda yer alacak direnişçilerin isimleri açıklanmıştı. Aynı gün mahkemeden dönen arkadaşlardan Dayı’nın hastanede olduğunu öğrenmiştik. Dayı ile ayrı hapishanelerde kalıyorduk. Ertesi gün şehidimiz Avni Turan ile beni Metris’ten Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne sevk ettiler.

Dayı ile karşı karşıya geldiğimde müthiş bir heyecan, sevinç hissetmiştim. Bu duygularla kucakladım. Dayı ve diğer yoldaşlarla kucaklaştıktan sonra ne yorgunluk kaldı ne de ring aracının çilesi. O gün yataklara oturarak topluca sohbet ettik. Bu hastanedeki ilk toplu sohbetimizdi.

Dayı ile birlikte kaldığımız günlerde, Dayı’nın bazı yanlarını farketmemek mümkün değildi. Öncelikle yoldaşlarına çok değer veriyor ve sahipleniyordu. Direnişin başarısı için elinden geleni fazlasıyla yapıyordu. Düşmana karşı tavrı çok netti. Oradaki faşist subayların bize baskılarına, saldırılarına karşı tavrı, Mengele kılıklı doktorlara karşı tavrı, kararlıydı, yol göstericiydi.

Program gereği Ölüm Orucu’nda olmayan yönetici yoldaşlardan Sinan Kukul’la hastahane’deki karşılaşmamızda kendisiyle sohbetim olmuştu. Sinan’ın, Dayı ile ilgili bir anlatımına değinmek istiyorum. Sinan, Dayı’nın ölüm orucuna girmesinden yana olmadıklarını anlatmıştı: “Dayı’ya sen girme biz varız, biz ölüm orucuna girelim dedik ama ikna edemedik. Kendisi girdi. Dayı’nın yerini doldurmak mümkün değil ama ikna edemedik” dedi. Bugün düşündüğümde, Sinan’ın bu konuda ne denli isabetli bir tespit yaptığını anlıyorum.

Evet hastahane’de Dayı yoldaşlarını çok sahiplendi. Günlük olarak bizleri tek tek sorması, sohbetleri, yardımları, yol göstericiliği, gücü yettiğince hiç eksik olmadı. Ağırlaşan Apo, Haydar ve diğer arkadaşların durumunu takip etmesini, hep yanıbaşlarında olmasını unutmak mümkün değildir. Tabi bunu derken Dayı’nın da zaten direnişin içinde olduğunu belirtmeye gerek yok. O müthiş iradesiyle, bir çok şeyin üstesinden geldiğine tanık oluyorduk.

Direnişte 50 gün devam edip program gereği bırakacak arkadaşlardan durumu iyi olmayanların bazılarını da hastaneye getirmişlerdi. Dayı bu arkadaşlarla da özel olarak ilgilendi. Bu arkadaşlardan biri hapishaneye gitme sırasında Dayı ile vedalaşırken kendini tutamayarak ağladı. Dayı, ağlamaması, duygusal davranmaması gerektiği üzerine konuştu. Dediğim gibi Dayı bir Ölüm Orucu direnişçisiydi ama Ölüm Orucu’nda olan, olmayan oradaki tüm yoldaşlarıyla ilgileniyordu.

Dayı’nın bu yaklaşımı aslında harekette yaratmayı başardığı bir ruh haliydi. 1992’de Sabo’nun kendisi kuşatma altında iken, kendisinin ölümüne dakikalar kalmışken, Sinan ve Fazıl’ın sağlığını sorması, onu öğrenmeye çalışması bunun bir örneğiydi. Sabo’nun bu tavrını öğrendiğimde aklıma Dayı gelmişti. Dayı da ölüme giderken yoldaşlarını düşünüyor, yoldaşlarının sağlığı kendisini kaygılandırıyordu.

Dayı programlıydı, eğiticiydi. Hastanede en zor koşullarda bile yoldaşlarıyla ilişkilerini, günlük yaşamını bir program çerçevesinde sürdürmeye çalışıyor, bunu zorluyordu. Yoldaşlarına yaklaşımında hep eğitici oldu. Yatağından kalkamasa bile bunu yapma iradesini gösterdi.

Hastaneye gittiğim günden itibaren Dayı’yı bulmuşken bir çok konuda Dayı’yla konuşmak, Dayı gibi bir bilgi deryasından yararlanmak için çaba sarfettim. Dayı kendisi de direnişteydi, üstelik mide kanaması geçirmişti. Ama bu tür şeyler kendisi için hiçbir zaman sorun teşkil etmedi. Kah yatağında, kah bir başka arkadaşın yatağında, kah büyük olan pencerelerden birinde oturarak yoldaşlarıyla hep bir şeyler paylaştı. Dayı’nın sabrına, enerjisine, birikimine, öngörüsüne hayran olduğumu da belirteyim. Müthiş bir iradeydi.

Dayı, o hastane günlerinde hep başı dik, hep paylaşımcı, yol gösterici bir önder oldu. O büyük insan, O büyük Önder fiziken erken ayrılmış olsa da, bundan sonra da yol gösterici olmaya devam edecektir.

(Yukarıdaki röportaj, Emperyalizme Ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 24 Ağustos 2008 tarihli, 1. sayısında yayınlanmıştır.)

***

Öğrencileri anlatıyor:

«Ustamızdan küçük bir ders

Mehmet Akif Dalcı’yı şehit verdiğimiz 1989 yılının Mayıs’ında tutuklanan yüzlerce kişiden biri de bendim. 16’sından 40’ına kadar, her yaştan 20’nin üstünde kadın yoldaşımızla birlikte Bayrampaşa hapishanesine götürüldük. Erkek ve kadın yoldaşlarımız bizi bekliyorlardı. Bir yandan yaralarımızın, berelerimizin acısı, diğer yandan Mehmet Akif Dalcı’yı şehit vermenin öfkesi ve sokak sokak çatışarak direnmenin gururunu taşıyorduk. Tutuklanma pahasına da olsa, ortak kararımızı bozanlar gibi “oradan geçiyorduk, Taksim’de işim vardı” demeyip 1 Mayıs’ı savunduğumuz için dimdikti her birimizin başı.

Dayı ve önder yoldaşlarımız karşımızdaydı. Artık aynı hapishanedeydik. Metris Baştabya’daki duruşmalardan sonra Dayı’yı ikinci kez görüşümdü. Dayı, direnişimizden ve 1 Mayıs’ı savunmamızdan dolayı her birimizi, tek, tek tebrik ederken, ‘İşte, devrimi böyle sokak sokak çatışarak kazanacağız!’demişti. Hepimiz çok coşkulu ve gururluyduk ama Dayı’nın sözleri bizi daha da onurlandırmıştı.

Erkek yoldaşlarımızla iç görüş günümüzün olduğu bir gün, Dayı beni işaret ederek, yanındaki erkek yoldaşımıza birşeyler anlatıyordu. Kısa bir süre sonra beni çağırdı. Önce halimi hatırımı, sonra da kadınlar koğuşundaki 1Mayıs’tan tutuklanan arkadaşlarımızın moral durumlarını, eğitim durumlarını sordu ve arkasından anlatmaya başladı:

“Bu süreyi iyi değerlendirmelisiniz. Şimdi hem öğretmen, hem öğrenci olacaksın. Genç arkadaşlarımızla savunmamızı, Haklıyız Kazanacağız’ı satır satır okumalı, anlatmalısın. Diğer yandan da 1 Mayıs’ta tutuklanan bütün arkadaşlarımız kendi meslek durumuna uygun tarzda savunmasını yazmaya başlamalı. 1 Mayıs’ın meşruluğunu ve bir mücadele günü olarak kutlama hakkımızın olduğunu oligarşinin mahkemelerinde de haykırmalıyız. Her bir yoldaşımız savunmasını gayet akıcı, kendinden emin ve vurgulu okumalı. Bunun için çalışmalısınız. Tıpkı tiyatro çalışır gibi. Size bir teyp ile boş kasetler göndereceğiz. Herkes savunmasını teybe kaydedip kendini dinlemeli. Birbirinizi dinlemelisiniz. Hatalarınızı düzeltmelisiniz. Biz toplu davaya böyle hazırlanıyoruz.” demişti…

Eğitim çalışması konusunda söylediklerinde ciddi olduğunu ama savunma için teyp konusunda espiri yaptığını düşünüyordum. Bu düşüncemi anlamış olmalı ki “İkna olmadın galiba?” diye sordu. Ayıp ettiğimi düşünerek “Yok, anladım” dedim. Sonra araya başka sohbetler girdi.

Ertesi gün, erkek arkadaşlardan bir teyp ve dört, beş adet kaset geldi. Nöbetçi arkadaş alır almaz “Arkadaşlar! Yoldaşlarımız müzik dinlememiz için teyp ve kaset göndermişler!” diye coşkuyla bağırıyordu. Bir den aklıma, Dayı ile yaptığımız sohbet geldi. Arkadaşlara anlatmaya çalışıyorum; “Bu teyp ve kaset müzik için değil, 1 Mayıs savunmalarını okumamız için gönderildi.” diye. Ama kimse bana inanmıyordu. Hatta erkek arkadaşların bana espiri yaptığını ve benim de bunu anlamadığımı düşünerek “daha ne şakalarla karşılaşacaksın, alışırsın! Teybe kaydı sadece beste yaparken kullanıyor arkadaşlar” diyorlardı. Bir an “Acaba?” diye geçti kafamdan. Ama Dayı söylemişti. Söylerken de çok ciddi anlatmıştı. “Biz de böyle yapıyoruz” demişti.

Bu arada kasetleri tek tek teybe koyan arkadaşın “aaaa… bunlar boş kaset, yanlış göndermişler galiba!” diyen şaşkın sesi geliyordu. İnanmayan arkadaşlar, biraz şaşkın, biraz mahçup, “doğruymuş, ses kaydı için göndermişler” demeye başladılar.

İlk teybe okuma işini şehidimiz Satı Taş yapmıştı. Sonra tek tek hepimiz defalarca okuduk. Hepimiz ilk okumalarımızın ne kadar kötü, tutuk ve kekeleyerek olduğunu duyduğumuzda, hem kendimize, hem birbirimize gülüyorduk ama, temiz ve ajitatif bir okumanın emek vermeden olamayacağını, Dayı’nın ne kadar haklı olduğunu da görmüştük. Daha sonra Dayı’ya, «savunmalarımızı teybe okuma» konusuna inanmakta zorluk çektiğimizi anlattığımızda;

«Oligarşinin mahkemelerinde 1 Mayıs’ı savunmak çok önemli bir iştir. Önce buna inanacaksınız. Yaptığınız işi ciddiye alacaksınız. Basit ve kolay, ‘ben nasılsa yaparım’ diye düşünmeyecek, hazırlık yapacaksınız.” demişti. Mahkemeye çıktığımızda, haklılığımızı ve meşruluğumuzu anlatan savunmalarımızı okurken kendinden emin ve güçlü seslerimiz doldurdu mahkeme salonunu.

Ustamızın verdiği, küçük ama anlamlı derslerinden sadece biriydi 1Mayıs savunmasına nasıl hazırlamamız gerektiği…

O ders şuydu; «Yaptığınız işi ciddiye alacaksınız!» …

(Yukarıdaki anlatım, Yeni Kurtuluş dergisinin 21 Eylül 2008 tarihli, 3. sayısında yayınlanmıştır.)

***

SÖZ VERDİK

Söz verdik meydanlara

Seni kurulan barikatlarda

Atılan taşlarda,

Yakılan molotoflarda

Tahrip edilen panzerlerde

Haykırdığımız sloganlarda yaşatacağız

Söz verdik dağlara

Seni Karadeniz’in yeşilinde

Torosların doruklarında

Kürdistan’ın isyanlı dağlarında

Çapraz fişek göğsümüzde

Yoksul köylümün ve fasında

Mavzerimizin namlusunda yaşatacağız

Söz verdik yüreğimize

Umut diye her çarptığında

Sevda diye her büyüdüğünde

İnanç deyip her düştüğümüzde

Yürüyüş eyleyip her aktığımızda

Kavga deyip her vuruştuğumuzda

Seni devrim diye yüreğimizde yaşatacağız.

***

Yakınları anlatıyor:

Abisi Reşat Karataş ve yengesi Zeliha Karataş’ın

anlatımından:

“Keşke, onun gibi bir kardeşim daha olsaydı”

Yürüyüş: Başınız sağolsun. Dursun KARATAŞ herkesin Dayı’sı öğretmeniydi, peki Dayı sizin için ne ifade ediyor.

Reşat KARATAŞ: Teşekkür ederim. Benim kardeşimdi. Ondokuz yıllık bir ayrılık vardı, ama ben onu her gün yanımda görüyordum. Benimle hergün konuşuyor gibiydi. İlkokuldan, liseye gelinceye kadar, benim yanımdaydı. Çalışkan, zeki biri olduğu o zamandan belliydi. Yapısı daha değişikti onun, çok daha değişikti, çok değişik…

Yürüyüş: Mesala en çok göze çarpan yanları nelerdi?

Reşat KARATAŞ: İşte başka gençler gibi farklı bir yere gitmezdi. Yapı bakımından çok olgundu. Daha o zamanlar devrimcilik, veyahut da solculuk diye bir şey yoktu. Biz de pek bilmezdik. Haklıya, haksızlık yapıldığı zaman, karşısındaki babası da olsa, kardeşi de olsa, kim olursa olsun karşısında olurdu. Küçükken yaramazlık yaparsın, kavga dövüş yaparsın, ama onun böyle şeyleri olmazdı. Bizde iki kardeş bir arada, dövüş, kavga hiç olmadı. Tabii çok çok bilgiliydi, gerçekten çok bilgiliydi. Tabii ben büyük olduğum için, yanımda fazla şey konuşmazdı, yani saygı vardı halen devam eder o saygı…

Yürüyüş:  Dayı’yı en çok, en sık, sanırım tutsaklık döneminde görmüş oldunuz. O dönemden sizde en çok iz bırakan davranışları nelerdi, o dönemden iz bırakan anılarınız?

Reşat KARATAŞ: Şimdi o kadar zaman tutsaklık döneminde, o kadar sorunlar çıktı ki, hangisini anlatalım. Kış günlerinde mahkemeye çok zaman don atlet, çıplak gelmek zorunda bırakıldılar. Onlara verilen yemeklere, pislik atılıyordu, kıl, kum, tuvaletlerini atıyorlardı. Çok zaman açlık grevlerine şahit oldum, ölüm orucuna şahit oldum. Zaman zaman görüşü oluyordu, orda onun boğazındaki kemiklerini görüyorsun. Devlet bir taraftan, “onlar battaniye altında bisküvi yiyor” diye anons yapıyordu. Haydarpaşa hastanesinde yapıldı, kulağımla duydum bunları. Kötü örneklerdi.

Yürüyüş:  Dayı’yı Ölüm Orucu eylemi içindeyken gördünüz, değil mi?

Reşat KARATAŞ: O zaman da gördüm, 45. günündeydi. Ben dilekçe yazmıştım Genelkurmay’a. Görüş kapanmıştı, benim görüşümü sağladılar. İçeri gittik, arkadaşlarından o gün ayırmışlardı, tecrit etmişlerdi. Dedi ki; “artık su da içmiyorum”. Ama çok kötüydü, ben kendisine söz verdim duygusal olarak, “gel kardeşim siz öleceksiniz, zaten bunlar sizi öldürmeye çalışıyor gelin bir şey düşünün” dedim. Bana şu lafı dedi: “biz ölürüz bizim yerimizi dolduracak çok kişi var” .

 Bu arada o kadar sinirlenmişim ki, duvar o eski duvara tahta çakmışlar, içini doldurmuşlar çamur, yumruğumu vurmuşum tahta kırılmış elim duvara gömülmüş. Şimdi tabii artık bir çare arıyoruz kendi kendimize. Gittik Başsavcıya, Askeri Başsavcı da o zaman korgeneraldi. Gittik, “çocuklar ölüyor, siz bunlara bir çözüm bulun” diye. Bunu öğrenince, bize, “paşa olmuşsun ama adam olmamışsın diye bir söz var, onun için bunlardan bir şey çıkmaz” dedi. Ölüm orucuna devam etti…

 Birgün sabaha geldik ki, Sağmacılara götürmüşler. O hafta bizim görüşler kesildi. Sağmalcılar’a gidip geliyoruz. Öldü mü kaldı mı, kimisi öldü diyor kimisi kaldı…

 Ankara’dan bir heyet gelmiş, aralarında anlaşmışlar. Ölüm orucu bitirilmiş. Aileler öyle yoğun şartlar yaşıyor ki, gittim Mecdiyeköy’de bal buldum, bir de arı sütü. Bu sefer getirdim, sütü, balı idare almıyor içeriye, yasak diyor. Zorla verdik içeriye. Bu arada görüşemiyoruz ama her gün hapishane kapısına gidiyoruz, soruyoruz.

 Görüşleri başladı. Onbeş gün sonra görüşe gittik. Hala kötü, zaman zaman Çamlıca hastanesine götürüyor, getiriyorlar. Bir süre Çamlıca hastanesinde yattı, daha sonra tekrar Sağmalcılar Hapishanesi’ne getirdiler. Ama bu haldeyken o kadar olgun tarafları vardı ki, o bizi ikna etmeye çalışıyor, o bizi yatıştırmaya çalışıyordu. İşte ağlamayın, iyi olacak derdi. Evet bunlar çok büyük olgunluklardır. Ne bileyim, daha pek çok şey var anlatacak…

Yürüyüş: “Haklıyız Kazanacağız” isimli savunmayı ilk okuduğu zamanı anlatır mısınız?

Reşat KARATAŞ: Orada, tabii ki, çok haklı görünüyorlardı. Konuşmak istediklerinde, mahkeme başkanı konuşamazsınız diyordu. Bu sefer ne yapıyorsun çıldırıyorsun, ayağa kalkıyorsun. Asker geliyor jopla bekliyor başında, şimdi burada ne yapabilirsin ne olur tutumun? İçeriye götürüyorlardı, yüz tane joplu asker başında, sanki ne götürüyorlar. Yani biz o günleri yaşadık, o günler çok zor günlerdi.

 (…)

Yürüyüş: Onun önder özelliklerini görüyor muydunuz?

Reşat KARATAŞ: Bana sorarsanız, her tarafı önder görünür. Haksızlığa dayanmıyorsa, her şeyi dupduru, su gibi konuşursa, onda iyi bir önder yönü vardır. Arkadaşlarla münakaşalarım olmuştu, beni eleştirmişti, sen haksızsın demişti. Bu gerçek, kardeş, baba, arkadaş derdi yok, gerçek neyse onu söylüyor. Daha bundan büyük önder olur mu?

Yürüyüş: Düzenin bu kadar çok saldırısına karalamasına hedef olan, aynı zamanda canını verecek ölçüde sevilen bir önderin yakını olmak sizde nasıl bir duygu yaratıyor?

Reşat KARATAŞ: Yapılan çok çirkin şeyler, yakıştırmalar vardı diye görüyorum. Hala karalıyorlar, “terörist başı” diyerek. Diyemezsin, terörist başı kardeşim. Terörist demek, hakları gasp eder, hak hukuka uymaz, o zaman terörist denir. Bu adam kimsenin hakkını yememiş, insanın malını kaçırmamış, kimsenin parasını zorla almamış.

Yürüyüş: Bir önderin yakını olmak nasıl bir duygu?

Reşat KARATAŞ: Benim için ne mutlu, ne mutlu kardeşim. Ne mutlu, hiçbir şeyinden pişman değilim. Niye pişman değilim, yaş 65-66 yaşındayım zaten, bu zamana kadar hiçbir kötülük yapmadı, aileme, bir büyüğüne bir kötülük yapmadı. Ben bir kardeş olarak gurur duydum. Keşke bir kardeşim daha olsaydı, onun gibi.

Yürüyüş:Cenaze töreninde neler hissettiniz, böyle bir sahiplenme bekliyor muydunuz?

Reşat KARATAŞ: Şok oldum… Elbette, insanlarımızın, arkadaşlarının davranışları beni çok memnun etti. Çünkü insanlarımız çok sıcaktı. Bunlar beni çok düşündürüyor, hala düşündürüyor. Bu kadar saygı, bu kadar sevgi, yaklaşım. Biz cenazeyi bir camiye, bir de cemevine götürdük. Geleneklere göre kaldırmaya çalıştık. Ama bazı kişileri görüyorum, lüzumsuz laflar kullanıyorlar, insanları ayırmaya, bölmeye çalışıyorlar.

Ben diyorum ki kardeşimi devlet öldürdü. Niye, işte ölüm oruçları sonucu bu devlet kanser etti. Hapishaneler’de tecrit etti. İşkenceler, açlık grevleri, ölüm oruçları baskılar sonucu kansere neden oldu. Ondan sonra yurt dışına çıkmaya zorladılar. Yurdundan uzak yaşamak kolay mı? Tabii ki kanser olur. Onun için ben diyorum ki, devlet katletti. Devlet öldürdü…

 Cenaze günü, 80 belki 90 yaşındaki bir adam, 25 yaşındaki delikanlı gibi harekete geçti. O yaştaki bir adam 50 yaşındaki bir adama saygı duyuyor, bunu düşünmek lazım. O sadece benim kardeşim değil. Tüm insanlara mal olmuş, onu görüyorum. Onlar benden fazla ağladılar. Benden fazla çaba sarf ettiler. Demek ki, benden çok kardeşi varmış. Kurban olurum ben onlara yılarca mahkemelerini izledik dediler.

 Gazide bir genç atölyede çalışıyormuş. Cenazenin olduğu gün patronuna, “izin ver ben cenazeye katılacağım” demiş, yok demiş patron izin vermemiş. Üç defa izin istemiş patron vermemiş. Çocuk kendi makinesini kapatmış. Biz çalışmıyoruz demiş cenazeye gelmiş. Anlatacak çok şey var, o kadar çok şey var ki mümkün değil, sonsuz selam ve sevgilerimi yolluyorum.

(Yukarıdaki röportaj, Yeni Kurtuluş dergisinin 7 Eylül 2008 tarihli, 1. sayısında yayınlanmıştır.)

***

Cenazesinde 80-90 yaşlarında biri ve altı yedi yaşlarında bir çocuk… Hem slogan atıyor, hem yürüyordu. Ne kadar sevilen bir insan olduğunu gördüm.

Yürüyüş: Başınız sağolsun. Dursun KARATAŞ herkesin dayısı öğretmeniydi. Peki Dayı sizin için ne ifade ediyor?

Zeliha KARATAŞ: Herkesin de başı sağolsun. Tüm onu sevenlerin de başı sağolsun. Dayı, benim bir evladım gibi, 4-5 yaşlarında kendi çocuğumdan üstün tutarak büyüttüm. Sevgiyle büyüttüm. Elazığ’da üniversite vardı, hangi bölümü olduğunu unuttum. İstanbul Üniversitesini de kazanmıştı. Kayınvalidemle konuştuk, dedik ki, “anne İstanbul’a Dursun’u gönderme” dedim. O da bana, “kızım Dursun İstanbul’a gitmeyi çok istiyor dedi.” İstanbul’a gönderdik onu…

 İşte 12 Eylül geldi. Dursun’un yakalandığını duyduk. Ama niye yakalamışlar, Dursun kimseye bir kötülük yapacak bir insan değil ki, o çok zeki, akıllı bir insandı. Abisi kalktı, İstanbul’a geldi. Dursun’un çok işkenceler gördüğünü duydum. Oturduk konuştuk, biz Dursun’un yanında olalım dedik. Koca marangoz atölyesi vardı, abisi boşalttı, sokağa döktü, kalktık geldik Dursun’un yanına İstanbul’a.

 Geldik hapishane yolları açıldı bize. İdamlar var, işkenceler var, sürgünler var, her şey var, ama o onu hak edecek bir insan değildi. Çünkü, dediğim gibi o insanları seven, haksızlığı kabul etmeyen, adaletsizliği kabul etmeyen, eşitliği savunan bir insandı. Onun için ben ona asla o yakıştırdıkları kelimeleri, ağzıma almak bile istemiyorum. Onu söyleyenler gelsinler bana sorsunlar desinler ki ‘Dursun nasıl bir insandı, sen onu anne gibi büyüttün, baktın buralara getirdin, nasıl bir insandı’ diye bir sorsunlar bana… Hapishane’lerde ölüm oruçları başladı, ben sabahtan evimden çıkardım, akşam karanlığında evime giderdim. Haberini alabilmek için, sokaklarda, hastane kapılarında bekledim günlerce.

 Birgün hiç unutmuyorum, hapishane’ye gideceğim, abisi Ankara’ya gitmiş idamlar için. İdamlar da gündemde. Kar yağmış, diz boyu. Camdan oturdum, baktım. Dedim ben giderim, duramam. Gittim, beni gördü. “Yengeciğim dedi, sen niye geldin”, dedim ki “ben sana kurban olayım ben seni görmeden nasıl durayım sana bir şey olur sahipsiz mi kalacaksın buralarda.” O, bir zeytinini arkadaşlarıyla paylaşan yüreği insan sevgisiyle dolu olan bir insandı. Biliyordum ki, görüyordum ki, en doğrusunu yapıyordu. Yurtdışına gitti, haberim olmadı. Telefonda sesini duymadım, tek sağ olsun da, insanlarının yanında olsun da sesini duymayalım dedim. O sadece kendi ülkesinin halklarını değil, bütün dünya haklarını seven bir insandı. Onun fikirlerini dinlemediler, fikirlerinden korktular, çünkü çıkarlarına ters düşüyordu. Çünkü akıllı adamdı, zeki adamdı.

 Yengeciğim diyordu, “gelecek nesile toprak bırakmıyacaklar, ormanları bırakmıyacaklar, bir yer bırakmıyacaklar.” Bunları söylediği zaman 40 sene önceydi. Konuşurduk, lisedeydi o zamanlar. O çocukluğunda her şeyi görüyordu. Bugünkü pislikleri, çirkin şeyleri o zaman söylüyordu. Ben onun yaptığı her şeyle gurur duyuyorum. Gerçekten çok mutluyum, bu kadar sevenleri var, bu kadar güzel insanları var, onun arkasında ve zaten o da hep onları düşünüyordu. Yalnız ailesini, anasını, babasını, bacısını, kardeşini değil, bütün toplumu düşündü. Bütün halkı düşündü…

Yürüyüş: Sanırız Dayıyı en çok tutsaklık döneminde gördünüz. O süreci anlatır mısınız?

Zeliha KARATAŞ: Onun çok özellikleri vardı, çok temiz, çok titiz bir insandı. Saygılı, anlayışlı, bilgili bir insandı. Üstüne, başına çok özen gösteren bir insandı. Eli, ayağı temiz, titiz bir insandı… Ona ördüğüm kazağın yakası iki parmak değilde, üç parmak olmuş diye askerler içeriye almadılar. Orada, onu söktüm iki parmağa indirdim, öyle verdim içeriye. Yetkililere; “siz gerçekten geri zekalı insanlarsınız ki, hala bu çaputla uğraşıyorsunuz ya, utanın ya çaputla uğraşmayın” dedim. Geri zekalı insanlar, beyinleri çalışmıyor.

 Tutsak düştüğünü duyduğumda, dedim ki allahım benim evime ateş düşeydi, ben çocuklarımın elinden tutaydım, Dursun’un yanında olaydım, tek ben bunu duymasaydım, tutsak düşmeseydi. İkincisi’de Haydarpaşa Hastanesi’nde ölüm orucundayken, abisi ile beraber gittik, gördük. O zamanlar çok kötü dönemlerdi, ben onu gördüğüm zaman dedim ki “kurban olayım masaya su getirmişler koymuşlar” dedim. “Ne olur bir bardak, bir yudum iç, öldürecekler bunlar sizi.” dedim. “Yok yengeciğim, ben ölürüm, ama geridekiler rahat etsinler, ben ölürüm önemli değil” dedi. Ben hangisini anlatayım, işte böyle yaşadık bunları. O hep yiğitti, babayiğitti, dünya görüşü açık, nutku açık yani dünyayı kendi avucunun içinde görüyordu, öyle bir insandı.

Yürüyüş: Düzenin bu kadar çok saldırısına karalamasına hedef olan, aynı zamanda geniş kesim tarafından canını verecek kadar ölçüde sevilen bir önderin yakını olmak size nasıl bir duygu yaşatıyor?

Zeliha KARATAŞ: Yavrum şimdi onların o saldırıları benim için hiç önemli değil, ama ben onla gurur duydum. Zaten cenazesinde gördüğüm kadarıyla, onu o kadar çok seven insanı var ki, sevmeyenleri azınlıkta kalıyor. Onun için ben çok mutluyum, bu kadar bilgili insan var olduğunu gördüm, çok mutlu oldum. Tabii benim acım ölüm acısı, çok yordu. Fakat bir yanı da baktığın zaman, dünyanın en mutlu insanı benim ki, Dursun, bu insanlara kendini sevdirmiş. Valla o sevgiyi onların arasındaki bağlardan pekiştiğini düşünüyorum.

Yürüyüş: Cenaze töreninde sizi en çok etkileyen ne oldu?

Zeliha KARATAŞ: En çok beni etkileyen neydi kızım? Seksen, doksan yaşlarında biri cenaze arabasında benim yanımda idi. Bir de altı, yedi yaşlarında bir çocuk, babasının elini tutmuş, hem slogan atıyor, hem yürüyor. Ben bundan çok etkilendim. Ne kadar sevilen bir insan olduğunu orada hissettim, gördüm. Benim görüşüm, eğer o katılım bir tatil gününde olsaydı bir o kadar daha fazla olacaktı.

(Yukarıdaki röportaj, Yeni Kurtuluş dergisinin 7 Eylül 2008 tarihli, 1. sayısında yayınlanmıştır.)

***

Yeğenleri Dayı’yı Anlatıyor:

“Anlattıkları yıllar içinde hep doğru çıktı”

Yürüyüş: Başımız sağolsun. Dursun Karataş, herkesin dayısı, öğretmeniydi. Peki dayı sizin için ne ifade ediyor?

Ayfer KARATAŞ: Herşeyden önce o benim amcam. Çocukluğum birlikte geçti. Bu nedenle duygusal olarak, gönül olarak O’na çok yakınım. İlkokulu bitirdiğim yıl ortaokula kaydımı amcam yaptırmıştı. Dedemlerle aynı binada, ayrı katlarda oturuyorduk. Amcam liseyi bitirinceye kadar da hep birlikteydik. Ayrı bir odası ve çok kitapları vardı. Lise yıllarından kalan bazı kitaplarını, defterlerini almıştım, hala saklarım. Mesela, lise dönemindeki defterlerindeki tüm yazılarını dolmakalem ve el yazısıyla yazmıştı. Hiç silmeden, nasıl bu kadar seri ve iyi ifadelerle yazdığına çok şaşırırdım.

 Çocukluğumuzdan bu yana aramızdaki aile bağı o kadar sevgi dolu, o kadar saygılı ve o kadar güçlü oldu ki, hiç kırılmadık, hiç incinmedik. O’nu her zaman çok sevdik. Bunun için de O’nun hakkında söylenen en ufak olumsuz bir sözden çok rahatsız olduk.

 Amcam benim için öncelikle çok değerli bir insanı ifade ediyor. Kelimelerim onun değerini, bende bıraktığı derinliği ve nasıl güzel bir insan olduğunu anlatmama yeterli gelmez. Ailenin çok sevilen bir üyesiydi. Söylediğini yapan, yaptığını söyleyen, her koşulda düşüncelerini açıkça ifade eden bir insan. Geleceği şimdiden gören, sohbetlerinde anlattıklarının yıllar içinde hep doğru çıktığını gördüğümüz insan. Bütün yaşamını ülkesinin bağımsızlığı, halkının daha iyi yaşaması amacına adadı. Yıllar yılı hasret kaldığımız, doyamadığımız, fiziki mesafe olarak hep uzakta ama yaşamımızın tam ortasında, yüreğimizi titreten bir insan oldu.

 Şimdi artık fiziki olarak da çok yakın. Mezarına gideceğim, başucuna karanfiller koyacağım. ‘Seni çok özledim, o çok uzun yılların acısını çıkarmaya, seninle saatler boyu sohbet etmeye geldim’ diyeceğim.

Yürüyüş: Biliyoruz ki, çok uzun yıllardır görmüyorsunuz onu… Yine de siz onu bize kısaca anlatın desek hangi yanları ile, hangi özellikleri ile anlatırsınız?

Ayfer KARATAŞ: Öncelikle O bir düşünce adamıdır. Fikir önderi, siyasi bir düşüncenin temsilcisidir. Türkiye ve dünya siyasi tarihine teorisi ve pratiği ile miras bırakan bir insandır. Analiz eden, yorumlayan, tavır alan ve öngörüleri ile geleceği bugünden görebilen bir vizyon adamıdır.

 Yaşamını en iyi koşullarda sürdürme imkanına sahipken; düşünceleri, inançları için yıllar boyunca ağır bedeller ödedi. Tutuklandığında gidip hapishane’de gördüğümüzde, yapılan işkenceden ayaklarının tabanları patlamıştı, terlik giymişti ve yürüyemiyordu.

 Sonraki zamanlarında hapishanelerin durumunun iyleştirilmesi mücadelesi vardı. Tep tip elbise giymedikleri için görüş yasakları konuldu. Kendileri ölse bile, tüm tutsakların insani standartlarda yaşamalarını sağlamak için yıllarca açlık grevleri, ölüm oruçları yaşadı.

 75 gün süren ölüm orucunda, saniye saniye ölümü yaklaşırken, protesto için masasında duran bardaktan bir yudum su dahi içmedi. Haydarpaşa’da, günlerce kapıda bekleyip görüşemediğimiz günlerden bir gün, verdiğimiz dilekçelere istinaden aileye görüş izni çıktı. Tekerlekli sandalye ile getirmişlerdi ve demir parmaklıkların arkasından görebildik. Konuşmakta güçlük çekiyordu. Ancak ölüme o kadar kararlıydı ki, şunu söyledi: “Biz ölsek de bizden sonrakilerin rahat yaşaması için haklarımızı alıncaya kadar bu direnişimiz devam edecek.”

 Güçlü olmayı O’ndan öğrendim. Ülkesine ve halkına olan sevgisinin büyüklüğünü, ödediği onca ağır bedeli düşündüğümde anladım. Bedeller ödenmeden hiçbir hakkın insanların önüne sunulmadığını tüm bu yaşadıklarını gördükten sonra farkedebildim. Hakkında yapılan o kadar çok çirkin spekülasyonlara rağmen, O’nun kendisinden ne kadar emin, ne kadar inançlı ve yaşama karşı ne kadar dik durduğunu gördüm. Çirkinlik salgılayanların da aslında ne kadar yalancı, ne kadar ahlaki değerden yoksun ve basit olduklarını düşündüm.

Yürüyüş:  O’nu, en çok ve en sık yine sanırız tutsaklık döneminde görmüş oldunuz. Tutsaklık yıllarına ilişkin sizde en çok iz bırakan yanları, davranışları nelerdir?

 Bülent KARATAŞ: İz bırakan o kadar çok konu var ki… En çok da tutsaklık yıllarına ilişkin. Sultanahmet, Bayrampaşa, Metris hapishaneleri, Baştabya’daki mahkemeler…

 Sultanahmet Adliyesi’ndeki bir duruşmaya bir tek amcam getirilmişti. Ancak adliye bölgesi, cadde, duvarların üstü, adliyenin içi dahil yüzlerce polisten oluşan bir kuşatma vardı. Olağanüstü bir gündü, insanlar tek tek aranıyordu. Asker ve polis çemberinin arasından mahkeme salonuna geldiğimizde, amcam çok sakindi. Bir tek amcam vardı ve yüzlerce polis, asker…

 Her zaman kararlı ve inançla konuşurdu. Her kim olursa olsun, söylenmesi gereken sözünü söylerdi.

 Tutsaklığı döneminde görüşmenin hiç olmadığı zamanlar yaşadık. ‘Sevgili ağabeyim, yengem ve yeğenlerim’ diye başlayan ve o günleri anlatan mektupları… Bizim amcama yazdığımız mektuplar… Tek tip elbiseye karşı yapılan direnişte, mahkemeye gelmek için kar’ın üzerinde don-atlet, yarı-çıplak o dondurucu soğukta kaldıkları günleri… Hapishane’ye bir kitabın dahi alınmadığı günleri… 1984 yılındaki ölüm orucunda İstanbul, Haydarpaşa’da hastahane kapısında beklediğimiz o ölüm anları… Yazdığımız dilekçeler, telgraflar… Sonra kazanılan haklar ve o ilk açık görüşdeki bayram sevinci.

Bir hapishane’den taşınırken bazı eşyalarını aldık. Tuttuğu notları, küçük bir günlüğü… Hepsini satır satır okudum. Bir görüş sohbetinde biz yeğenleri için ‘siz çölde çiçek olmalısınız’ demişti. Bu sözünü de hiç unutmadık. Hepsi iz bıraktı.

 O günlerden birisinde, babaanem amcamı görmek için gelmişti. 75’li yaşlarındaydı. Amcamı çok severdi. Sevmenin ötesinde sanki her saniyesini O’nunla yaşardı. ‘Bu çocuğa bu kadar bağlı olma, senin bu sevgin ona zarar verecek’ derdi annem. Öyle ki, sürekli haber dinler, gazetelere bakar, bizim yüzümüzdeki ifadeden, kötü birşey olup olmadığını anlamaya çalışırdı.

 Hapishane’de saldırıların sürdüğü günlerden bir gün, biz eve gecikince, babaannem ne olduğunu anlamak için, nereye gideceğini bile tam bilmeden, hiç bilmediği İstanbul sokaklarına tek başına çıkmıştı. Bunun anlamı o kadar büyük ve o kadar derin ki…

Cenazesine katılan herkes ailesi gibiydi!..

Yürüyüş:  Düzenin bu kadar çok saldırısına, karalamasına hedef olan ama aynı zamanda da yine geniş bir kesim tarafından canını verecek ölçüde sevilen bir önderin yakını olmanın, sizin hayatınızdaki yansımaları nasıl oluyor?

 Bülent KARATAŞ: Çok kolay olmadığını söyleyebilirim. Bir tarafta ailenizin bir parçası, diğer tarafta çok çirkin bir şekilde yapılan karalamalar… İnsanın dayanma gücünü zorluyor. Burda da güçlü olmalıydık. Çünkü, tarih doğruları yazacaktır.

Yürüyüş:  Cenaze töreninde neler hissedip yaşadınız? Böyle bir katılımı bekliyor muydunuz? Tören boyunca sizi en çok etkilyen ne oldu?

Ayfer KARATAŞ: O’na yakışır, görkemli bir cenaze töreniydi. O’nun bizim gibi binlerce seveni olduğunu görmenin mutluluğunu yaşadık bu törende. 7’den 70’e, uğruna bütün hayatını verdiği her yaştan halkı, bütün samimi duyguları ile O’nun yanındaydı. Halkın omuzlarında, ellerinin üstündeydi. Katılan herkes cenazenin sahibiydi, hepsi ailesi gibiydi, hepsi çok seviyordu, hepsi çok saygı duyuyordu ve hepsi çok inanıyordu.

Ölüm haberinin her anı zordu. Ancak en zor an, onun mezara yatırıldığı ve üzerinin toprakla kapatıldığı işte o andı. Yılların baskılarına, işkencelerine, açlık grevlerine, ölüm orucuna ve ülkesinden uzakta geçirdiği yıllara bedeni dayanamadı. Hayat O’nu bizden erken aldı. Bir yaşam boyu biz O’na hasret, sonsuz yolculuğuna karanfillerle uğurladık. Bütün sevenleri yanındaydı ve inanıyorum ki, O bunu hissediyordu. Sevgisi içimizde daima yaşayacak…

(Yukarıdaki röportaj, Emperyalizme Ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 24 Ağustos 2008 tarihli, 1. sayısında yayınlanmıştır.)

***

Dayı’nın Şehitliği Üzerine Türkiye Solu’ndan

Cephelilere Başsağlığı ve Dayanışma Dilekleri:

 Dursun Karataş’ın şehit düşmesi üzerine, çeşitli siyasi hareketler adına, Dursun Karataş’a saygılarını ve Cephelilere dayanışmalarını sunan açıklamalar yayınlandı. Aşağıda bu açıklamaları özet olarak yayınlıyoruz:

PKK Meclisi:

‘’DHKP-C’nin Önderi Dursun Karataş’ın uzun süren bir hastalık nedeniyle yaşamını yitirmiş olduğunu üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz. Yetmişli yıllardan son nefesine kadar, Türkiye’de ve yurtdışında mücadele içerisinde bulunmuş, önemli zorlu süreçlerden geçmiş olan Dursun Karataş’ın Türkiye sol hareketine daha çok katkı sunacağı bir aşamada yaşamını yitirmesi nedeniyle tüm DHKP-C üye ve sempatizanlarına ve ailesine başsağlığı diliyoruz. Anısına demokrasi ve özgürlük cephesini güçlü örgütleyerek, Kürt ve Türk halkları arasında birlik ve dayanışmayı güçlendirip mücadeleyi daha fazla yükseltmek gerektiğini belirtiyoruz.”

MLKP: Dursun Karataş Ölümsüzdür

Faşizme ve emperyalizme karşı mücadelenin devrimci önderlerinden; faşist işkenceci katillerden ve tekelci burjuvaziden hesap soran pratiğin liderlerinden; zindanların dört duvarlarına sığmayacak kadar özgürlüğe sevdalı DHKP-C lideri Dursun Karataş yakalandığı amansız hastalık nedeniyle aramızdan ayrıldı.

 O, tüm devrimci yaşamı boyunca mücadeleyi büyütmek, verilen büyük kayıplara rağmen Partisini ve devrim davasını sürdürmek için çalıştı.

 O, sürdürdüğü onurlu ve baş eğmez mücadele bayrağını şimdi yoldaşlarına devretti. Bayrağı devralan yoldaşlarının devrim davasını başarıyla yöneteceklerine olan inancımız tamdır.

 O, ezilenlerin sevgisini, ezenlerin nefretini ve kinini kazanan devrimci bir liderdi. Ezilenler ve devrimci dostları onu asla unutmayacaklardır.

 Partimiz MLKP ve savaşçıları, devrimci siper yoldaşlığının gereklerine göre davranacaklardır. Her yerde dayanışma içinde olarak, uğurlama törenine kitlesel katılarak, tüm ezilenlerin sahiplenmesini ve katılımını sağlayarak devrimci görevlerini yerine getireceklerdir.

 Başta tüm ezilenler olmak üzere lideri olduğu partisi DHKP-C ve yoldaşlarına baş sağlığı dileriz.

Dursun Karataş ölümsüzdür

Yaşasın devrim!

Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP) Merkez Komitesi:

Devrimci Yol:

DHKP’li dostlara;

 Dünyada devrime dair her şeyin boy hedefi yapıldığı, geleceği kazanma inancının zayıf düşürüldüğü günümüzde; devrimci olmak, örgütlü olmak, hele ki önder olmak büyük önem taşıyor. Bu bilinçle; genel sekreteriniz, önderiniz Dursun Karataş’ı yitirmiş olmanızın acısını sizlerle paylaşıyor; dostluk ve dayanışma duygularımızı iletiyoruz.

12 Ağustos 2008

DEVRİMCİ YOL

TKP/ML-YDK:

DEĞERLİ DHKP-C’Lİ DEVRİMCİ DOSTLARIMIZA

 Parti genel sekreteriniz devrimci önder Dursun Karataş’ın 11 Ağustos 2008 günü vefat ettiğini büyük bir üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz. Kaybınızın büyük olduğunu biliyoruz. Bu vesile ile, başta DHKP-C merkez komitesi olmak üzere tüm DHKP-C militan, kadro ve taraftarlarına başsağlığımızı iletiyor, acınızı paylaşıyoruz.

 Değerli dostlar,

 Devrimci dost Dursun Karataş’ın 38 yıllık devrimci mücadelesi her şeyi anlatmaya yetmektedir. Dursun Karataş, devrimci mücadeleye atıldığı günden aramızdan ayrıldığı güne kadar sürdürdüğü kesintisiz mücadele onun devrimci mücadeledeki kararlılığının açık bir ifadesi olarak örnek alınması gereken en büyük özelliğidir. O bütün varlığıyla atıldığı devrimci mücadelede DHKP-C’ye teorik katkılarıyla da partinizin bu seviyelere gelmesinde de belirleyici bir konumdaydı. Sizler için büyük olan bu kaybın yeri, önderinizin yetiştirmiş olduğu kadrolarla yerinin doldurulacağını biliyoruz. Kızıldere geleneğine sahip bir parti olarak Mahirlerden bu yana kesintisiz süren devrimci mücadelenizde yüzlerce kadrosunu ve militanını şehit vermiş DHKP-C’nin kaldığı yerden devrimci mücadeleyi devam ettireceğine olan inancımızla bir kez daha acınızı paylaştığımızı bildirir, devrimci mücadelenizde başarılar dileriz.

TKP/ML-YDK

Maoist Komünist Partisi:

DHKP-C Şahsında Devrimci-Demokrat Kamuoyuna!

 Türkiye-Kuzey Kürdistan Devrimci Hareketi İyi Bir Kadrosunu Ve Devrimci Demokrat Bir Önderi Daha Yitirdi!

Dostlar:

Yakalandığı talihsiz bir hastalık sonrası 11 Ağustos 2008 tarihinde, DHKP-C’nin kurucu önderi Dursun KARATAŞ’ın… şehit düştüğünü… öğrenmiş bulunuyoruz.

Bu elim olay, DHKP-C açısından talihsiz bir an olduğu gibi; ailesi, bizler ve tüm devrimci camia tarafından büyük bir acı ve üzüntüyle karşılanmıştır. DHKP-C şahsında, tüm dostlarının acısını acımız olarak paylaşıyor, baş sağlığı dileklerimizi iletiyoruz. Kaybınız kaybımızdır.

… Dursun KARATAŞ ve O’nun şahsında ülkemiz ve dünya devrim ve komünizm şehitlerini saygıyla anıyor, devrettikleri mücadelelerini sürdürenlere başarı inancımızı iletiyoruz.

DURSUN KARATAŞ ÖLÜMSÜZDÜR

DEVRİMCİLER ÖLÜR DEVRİMLER BÜYÜR!

Maoist Komunist Partisi

Merkez Komitesi-Siyasi Bürosu

Ağustos 2008

(Yukarıdaki mesajlar, 24 Ağustos 2008 tarihli, Emperyalizme Ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş dergisinin 1. sayısında yayınlanmıştır.)

***

Öğrencilerinden Önderlerine:

Seninleyiz

Seni Seviyoruz

– Bir numaralı düşmanımızın emperyalizm olduğunu asla aklımızdan çıkartmayacağız.

– Emperyalizme karşı bağımsızlık,

faşizme karşı demokrasi,

sömürüye karşı sosyalizm

için; TÜM DÜNYAYA MEYDAN OKUYACAĞIZ.

– Adalet çözmektir; bunu unutmayacağız. Her sorunun çözümünü bulacağız, halkımızı adaletsiz bırakmayacağız.

– Adalet intikamdır; intikam duygumuzu büyüteceğiz. Şehitlerimizi adaletsiz bırakmayacağız.

– Zor da olsa, hep adil olacağız.

– Adaletsizlik yapanlar kendi içimizdense, onlara karşı çok katı olacağız.

– Örgüt içinde örgütsüz davrananların asalaklıklarına İZİN VERMEYECEĞİZ.

– Direnenleri hiç kimsenin yok edemeyeceği defalarca kanıtlandı, TESLİM OLMAYACAĞIZ.

– Ortalama solcu değil, DAVA ADAMI OLACAĞIZ.

– Eleştiri-özeleştiri savaşmaktır; SAVAŞDAN KAÇMAYACAĞIZ.

Acılarımıza duvar olmayı öğreneceğiz, bizi yıkamayacaklar, aşamayacaklar.

Zaferimiz için, tüm acılara katlanmaya hazır olacağız.

– Düşman ne diyorsa tersini düşüneceğiz. Onlar asla doğruyu söylemez, biliyoruz.

– Düşman bizim için iyi bir şey söylerse kendimizden kuşku duyacağız, merak etme.

– Dünyada temiz kalan tek yer devrimdir, devrimciliktir, kirletilmesine izin vermeyeceğiz.

– Devrimci saflığımızı yitirmeden, ama siyasi uyanıklığımızla düşünecek ve savaşacağız.

– Her aklımıza geleni değil, olanaklarımız ölçüsünde doğruyu yapacağız.

– Şartlar zorlaşıyorsa sızlanmayacağız, şartlardan daha güçlü olmanın yollarını arayacağız.

– Kurallarımız bizi düşmandan koruyan siperlerdir, ilkelerimiz tek silahımızdır. İlkesiz ve kuralsız davranarak, düşmana hedef olmayacağız.

– Olmazcılık yılgınlıktır, her şeyin bir yolunu bulup, oldurtacağız.

– Çaresizliği yenmeye yarayacak tek güç kendimize güvendir. Kendimize güven; örgüte güvendir, örgüte güven; ideolojimize güvendir. BU GÜVENİ BÜYÜTECEĞİZ.

– Umut, kendini bile yeniden yaratır; UMUDUMUZU BÜYÜTECEĞİZ.

Kendi gücümüzden başka, hiç kimseye güvenmeyeceğiz.

Dahi olmamız beklenmiyor biliyoruz, yürekli ve dikkatli olacağız.

Ertelemeyeceğiz, programlı olacağız, zamana yenilmeyeceğiz.

Panik ve telaş içinde değil; soğukkanlı ve kararlı olacağız. Telaşlarımız içinde boğulmayacağız. Tehlikeleri hiç aklımızdan çıkartmayacağız, sonuç olumsuz bile olsa “yapılabilecek mutlaka bir şey vardır” doğrusuna sıkı sıkı sarılacağız. Yanılabiliriz, anlayamayabiliriz, ama hergün hergün yeniden başlama ve kazanma inancımızı kaybetmeyeceğiz.

Bir devrimcinin ilk görevi kendine karşı dürüst olmaktır. Kendi yanlışlarımızdan kaçmayacağız, onları aşacağız.

Düşmana sırtını dönmek intihardır: zafere kadar onu, aklımızın ortasında, gözümüzün önünde, yüreğimizin en soğuk yerinde tutacağız.

Tereddüt yenilmektir, direnmek ve savaşmakta asla tereddüte düşmeyeceğiz.

Ve sen hiç merak etme, birbirimizin gözünün içine bakarak savaşacağız.

Birbirimizi gözbebeğimiz bilerek direneceğiz.

Eğer ki, bunlarda bir tereddüt edersek hakkını helal etme bize.

BÜYÜK BİR ACININ SESİ,

BÜYÜK BİR DİRENİŞİN SESİ,

BÜYÜK BİR İNADIN SESİ,

BÜYÜK BİR İNANCIN SESİ,

BÜYÜK BİR HAYATIN SESİ…

olarak kulaklarımızda, yüreklerimizde, beynimizde olacaksın.

Gittin.

Gidişinle ebedi bir sınav başladı. Bu sınav için hep çalışacağız, bir ilkokul öğrencisi gibi saatlerce, günlerce çalışacağız.

Öğrettiklerini ne kadar aklımıza yazarız, hayata işleriz bilemeyiz. Ama bu uğurda ölmeyi becerebileceğimizden emin ol.

(Yukarıdaki yazı, Bağımsızlık Demokrasi Sosyalizm için Yürüyüş dergisinin 16 Ağustos 2009 tarihli, 193. sayısında «Öğretmenimiz» köşesinde yayınlanmıştır.)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Benzer Yazılar