Gülmece’nin Küçük Dev Çınarı: Muzaffer İzgü

Muzaffer İzgü 29 Ekim 1933 / Adana – 26 Ağustos 2017 / İzmir

Bir nesil, onun kitaplarını okuyarak büyüdü. Ülkemizin en çok okunan çocuk kitapları yazarı olarak hafızalarda yer etti. 29 Ekim 1933 tarihinde Adana’da doğan Muzaffer İzgü’nün çocukluğu yoksulluk içinde geçti.

İlkokulu üç okulda okur. Okurken karpuz hamallığı, pamuk toplayıcılığı, bulaşıkçılık, garsonluk, trenlerde gezgin satıcılık, sinemalarda gazoz satıcılığı yapar. Birçok işte çalışıp ortaokulu bitirdikten sonra, parasız yatılı olarak Diyarbakır Öğretmen Okulu’na girer. Okulunu bitirip öğretmenliğe başlarken Günsel Hanım’la evlenir ve Türkiye’nin birçok yerinde ilkokul ve ortaokul öğretmenliği yapar. Sonra 1978’de emekli olup İzmir’e yerleşirler. Bugüne kadar 107 kitap, 200’e yakın radyo oyunu yazdı. Daha çok öyküye yönelen yazarın, gözlemlerine dayanarak yazdığı üç romanı vardır. Gecekondu, İlyas Efendi ve Halo Dayı. İlk romanı olan Gecekondu’da, Güney Anadolu kentlerinden birinde gecekondu halkının yoksul yaşantısını verir. İlyas Efendi, bir nüfus memurunun parasızlık yüzünden çektiği sıkıntıyı yansıtır. Halo Dayı da köyden kente göçü konu alan bir romanıdır. Gülmecenin işlevinin güldürmek değil, olaya parmak basmak olduğu görüşünü romanlarına yansıtmıştı r. Toplumun aksayan yönlerini mizah öğelerinden de yararlanarak okurlarının ilgisine sunan Muzaffer İzgü’nün bazı eserleri televizyona uyarlanmıştır. İzgü, sayı sız ödül de almıştır edebiyat yaşamı boyunca. Çocuk olup da Muzaffer İzgü’nün bir veya birkaç kitabını okumayan kişi yoktur sanırım. Gülmeceyle karışık hoş üslubunu ve dost canlısı kişiliğini tanımayan kalmamıştır.

Gülmecenin ustası, edebiyat tarihimizin en önemli gülmece ustalarından biri olan Muzaffer İzgü’yü daha yakından tanımak için Tavır ailesi olarak önceden aldığımız randevuyla İzmir’in Yeşilyurt semtinde mütevazı evine ziyaretine gidiyoruz. Gülmeceyi bize daha çocukken fark ettiren bu koca çınar, evinin balkonundan sarkan çiçekler ve renkli pervanelerle pozitif bir enerji katıyor sokaktan geçen herkese…

Evinin kapısında sevimli haliyle kısık gözlerindeki sevecen gülüşüyle dostça karşılıyor bizi. Tavır olarak sunduğumuz bir buket çiçeğimizle dünyanın en mutlu insanı oluyor. Tavır’ı tanıdığını söylüyor. Ve röportajımızdan çok mutlu olacağını ifade ediyor. Çalışma odası olarak kullandığı bir odaya geçiyoruz.

Sade temiz ve mütavazı kişiliği ve çocuk sevgisi çalışma odasının her yanına sinmiş. Kitaplarını tanıtıyor bizlere…

Sorularımıza geçmeden önce bize hayatından çok önemli kesitler anlatıyor İzgü. “Hayatımda en çok karımı sevdim” diyerek onore ettiği eşi Günsel Hanım ile tanıştırıyor bizleri. İzgü’nün hayat arkadaşı, çok sevgili yoldaşı, kitaplarının büyük bir kısmının isim annesi Günsel Hanım, bir süre önce geçirdiği felç nedeniyle normal yaşantısını sürdüremiyor. Başucunda düzenli okuduğu kitapları ve günlük aldığı ilaçları durmakta. Hayat arkadaşının gözlerinin içine sevgiyle bakarken duygusal anlar yaşanıyor.

Sohbetimize çalışma odasında devam ediyoruz. Yoksulluk içerisinde geçirdiği çocukluğunu ve Muzaffer İzgü’nün yazar olmasını sağlayan Adana Halkevi kütüphanesini anlatıyor. Kitaplarla, çocukluğunda yağmurlu bir günde, sıcak olduğu için gittiği Halkevi kitaplığında tanışmasını… İlk okuduğu kitap olan Define Adası’nı… Yağmurlu bir günde sığındığı bu kütüphanede eline verilen Define Adası’nın ne denli hoşuna gittiğini ve ertesi gün koşa koşa tekrar kütüphaneye gidip o kitabı yeniden günlerce okuduğunu anlatıyor. “Birçok yazar ilk okuduğu kitabı hatırlamaz ama asla aklımdan çıkaramadığım ve unutamadığım bir kitap olmuştur Define Adası” diyor ve devam ediyor: “2. sınıftan 5. sınıfa kadar emin olun en azından 350 kitap okudum. Muzaffer İzgü’yü yetiştiren kütüphane o kütüphanedir. Adana Halkevi kütüphanesidir. Yaşamımda hiçbir futbol maçı izlemedim ben. Hiçbir futbol takımı tutmadım. Çocukken de ayağımı topa vurmadım ben. Kitap okumayı seviyordum. Gidip o kütüphanede geçirirdim çocukluğumu. Annem beni aradığında kütüphanede bulacağını bilirdi. Gelir oradan alırdı beni. Kendimi çok şanslı hissediyordum. Evimiz, okulum ve kütüphane birbirine çok yakındı. Kitapla tanışmam böyle oldu.” Kitapla iyi ki tanışmış Muzaffer İzgü… Geri kalanını da sohbet içerisinde anlatıyor bize…

Gülmeceden kara gülmeceye küçük dev adam olarak anılıyorsunuz ve koca bir nesli büyüttünüz kitaplarınızla. Çocuklara kitap okumayı sevdirirken güldürmeyi başaran yazarlardansınız. Çocuk kitapları yazan yazarlar azımsanmayacak sayıda. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yaşamım boyunca kitap sayımın çokluğu aklımın ucuna gelmedi. Ben çocukları okul öncesi eğitmeye başladım. Çocuk kitaplarını meta olarak görenler var. Hiç unutmadığım bir olay var. Emekli olduğu yıl, yazarlığa soyunmuş bir kişi bana bir mektup göndermiş, “Hocam ben çocuk kitabı yazmaya başlayacağım. Nasıl yazacağımı bana madde madde belirtir misiniz?” demişti. Hemen cevap yazdım, “Sen emekliliğin tadını çıkar; bu saatten sonra bu işler yapılmaz” diye. Ama iki yıl sonra aynı adamın kitabını gördüm. Bundan kar amacı güdenlerdenmiş. Birçok insanın bu alanı, çocuk kitap yazarlığını çıkar boyutuyla kullandığını biliyorum. Rant kapısı olarak görüyorlar. Tamamen bir çıkar dünyası. Yayınevleri de bunu yapıyor, “sen yazarsın” diyor geçiştiriyor. En çok öğündüğüm bir şey vardır benim; ilk kitabım çocuk kitabıdır: “Uçan Eşek”… Büyüklere ondan sonra başladım. Ben çocuklara yazmakla başladım.

Gülmece nedir, neyi anlatır? Kiminle, neyle savaşır? Taraf mıdır?

Ben mizah sözcüğünü sevmiyorum, kullanmıyorum… Mizah sözcüğü, Arapça muzahtan gelir. Galap bozulmuş bir sözcük anlamındandır. Gardaşın örneğin kardeş olarak ifadesi gibi. Ana’nın Anne olarak değişmesi gibi. Muzah da kalın gelmiş insanlara mizah yapmışlar. Ben hiç sevmiyorum. Aziz Nesin de sevmezdi; biz gülmece dedik o yüzden…

Gülmece, elbette ki taraftır. Halktan, doğrudan yana bir taraftır. Adaletlidir. Topsuz, tüfeksiz bir silahtır gülmece. Vurdu mu devirir, içinde alay var. Otoriteyle alay ediyorsunuz. Otorite en büyük, siz en küçük bir gülmecesiniz ama otoriteyi gidip mermi gibi öyle bir vuruyor ki.

Şimdi düşünün; bağıran çağıran bir otorite. Arkadan bir kahkaha geldi mi bitti otoritenin işi. Onun için gülmecesin silahı vurucudur ama gülmece kime niye niçin insanı güldürdüğünü kendine duyumsatmıyorsa o gülmece değildir karşında bilecek kime güldüm niye güldüm ki güldüğünü bilecek. Bunu da yapacak olan gülmecedir. Kötü yönetici, halk düşmanı üçkağıtçı, namussuz, hırsız, soyguncu, yalancı politikacı vesaire, gülmecenin savaşı bunlarladır. Onun için gülmece iktidarla savaşır. İktidarlar da hiçbir zaman gülmececileri sevmez. Beni sevmediler, Aziz Nesin’i sevmediler, Rıfat Ilgaz’ı sevmediler, Nasrettin Hoca’yı da sevmediler. Nesimi’nin diri diri derisini yüzdüler. Ama gülmeceyi kim sever biliyor musunuz? Halk sever. 700 yıllıktı r Nasrettin Hoca. Dile kolay 700 yıl… Bugün Balkanlara gidin, Arabistan, İran, Fars, Baltık bölgelerinin hepsi Nasrettin Hoca’yı tanır ve sever. Niye sever? Halktan yanadır çünkü. Nasrettin Hoca’nın adına birçok uydurma fıkralar çıkartmışlardır belden aşağıya. Hayır, kabul etmiyoruz. Nasrettin Hoca’nın bütün fıkraları toplumsaldır, vurucudur. Eğer gülmece taşı gediğine koyar gibi bir yerde kullanılmıyorsa o gülmece değildir. Ve gülmece günlük birtakım olaylardan yararlanıp onu söyler ama kalıcı olmaya çalışır. Gerçek gülmece sırtını edebiyata yaslar. Gerçek olmayan gülmece şimdi dolu. Güldürmece yazısı diyorum ben onlara, onlar gülmece değil.

Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’dan sonra gülmececi yetişmedi artık. Neden? Çünkü edebiyatı olmadıkları için. Ben gülmeceyi ilk çocuk kitaplarına koyan kişiyim. Çocukları güldürürüm, güldürmeye çalışırım onları. Ama çocuk da düşünür “Ben gülüyorum ama niye, niçin gülüyorum? Kime güldüm?” diye… Ve çocuk gülmecesini iyi yerleştirip serpiştirmediğiniz sürece konunun içersinde inanın çocuk der ki “Bu yazar abla, ya da bu yazar amca çok komik bir insan” der. Kendiniz gülünç olursunuz. Halbuki yazdığınız çocuğu güldürecek. O nedenle ustalık onu serpiştirmeye bağlı. Benim çocuk kitaplarımın çok okunmasının nedeni budur. Çocuklar o nedenle Muzaffer İzgü’yü çok seviyorlar. Yazdığım kitaplarımda çocuğa kendi kültürünü veriyorum. Örneğin Anneanne kitabımda, anneanne komik bir insan. Gülmecesini anneanneden sağlıyorum anneanne ve torun ilişkisinden bir gülmece doğuyor. “Anneanne, anne, çocuk” üç kuşak. Çocuğa anneannesinin ve annesinin geleneğini göreneğini, yaşayış biçimlerini, kültürünü veriyorum. Gelenek ve göreneklerimizin güzel doğrularını sunuyorum. Güldürürken düşündürtüyorum.

Nasrettin Hoca’nın soyundan gelen insanlarız. Dünyanın birçok bölgesindeki gülmece ustalarını araştırdım ama inanın hiçbir yerde böyle büyük güldürmece ustaları yok. Yaşadığımız coğrafya çok değerli insanlar yetiştirmiştir.

Bir tek Keloğlan’ı sevmem. Keloğlan namussuzdur, haylazdır. Tembeldir, annesini üzer. Sırtından geçinir. Aklı padişahın kızındadır, gözü padişahın tahtındadır. Sevmedim Keloğlan’ı, sevmem de öyle tembel asalak bir kahramanı. Öğretmenlik yıllarımda da asla okutmadım çocuklarıma Keloğlan’ı. Karagöz ve Hacivat’ı, Nasrettin Hoca’yı çok severim. Bu denli gülmececileri olan bir ulus gülen bir ulus olmalı.

Ama bizi güldürmeyenler var. Olaylar, politik çıkmazlar, ülke gerilimleri. Ciddiyet de çok önemsenmiş bizde. Ciddi olunmak şartlandırılmış. Gülen insana rastlanmıyor. İlginç fikirler gelişmiş. Gülen kişiye “Ağzı açık ayran delisi gibi ne gülüyorsun?” denir. “Bugün çok güldüm yarın ağlayacağım” denir mesela… “Çok gülmeyeyim yüzüm kırışır”… Hayır sen kızmışsın da yüzün kırışmış. Kızdığında 82 kas çalışır, güldüğünde 14 kasın çalışır. Gülmek sindirim sistemini, kan dolaşımını çok daha iyi çalıştırır. İlaçtır gülmek. Ben insanların gülmesini istiyorum.

Dünyanın neresine giderseniz gidin bütün gülmeceyi çıkaran da yoksuldur. Ben de yapıtlarımda yoksulu anlattım. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz da yapıtlarında yoksulu anlattı. Yalnız benim yapıtlarımda Anadolu farkı var. Rıfat Ağabey olsun, Aziz Nesin olsun İstanbulludur, oraların gülmecisini anlatırlar. Ben Anadolu’nun gülmecisini anlatırım. Aziz Nesin’den diğer bir farkım da ben her satırımda, her paragrafımda güldürürüm. Sonunda gülümsetirim. Ben insanları sıkılmış çamaşır kabul ediyorum. Yazarak da sıkılmış çamaşır olarak değil de gevşemesini sağlıyorum. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, açlık, emeklinin durumu, şu günlerde çiftçinin, hayvancının durumu… Ülkenin sorunu… İşte bu koşullarda ben insanların gülmelerini, gülerek düşünmelerini sağlamaya çalışıyorum.

Mizah, özü itibariyle politik midir? Politik gülmecenin edebiyatımıza girişi, gelişimi ne zaman ve nasıl olmuştur?

Politik değilse gülmece, gülmece değildir. Gülmece öyle bir şeydir ki insan sağlıklı gülmelidir. Sağlıklı gülme derken bir örnek vereyim; savaşta sinir gazı var, karşıdan düşmana atarsı- nız. Asker neye güldüğünü bilmeden ölür gider. Mutlaka politik olmalı…

Gülmecenin elbet bir tarihi vardır. Gülmece, Etiler döneminde bile vardı. Bunun için özel törenler hazırlanırdı. Zengin yoksul bir arada yemek yer, sonra o yoksul halk o zenginin, o yöneticinin taklidini yapar. Nasıl yemek yediğini, eti nasıl tuttuğunu, suyu nasıl içtiğini vs. Bu da Anadolu’dadır. Selçuklular, sürüye koç katarken en büyük gülmece şenlikleri için tören hazırlarlar. Fıkralar anlatırlar, taklitler yaparlar, kılıktan kılığa girer, insanları güldürürler… Avrupa ülkelerinin hiçbirinde yok bu.

Siz genelde muhalif bir politik gülmece kullandınız öykülerinizde… Yaşadığınız baskıları, yasakları anlatır mısınız? Bunları neye bağlıyorsunuz? Siyasi iktidarın bu tahammülsüzlüğüne ne diyeceksiniz?

1960 yılının 27 Mayıs’ında aldı götürdüler beni. Birçok arkadaş da vardı. Güldüler bana “Seni neden aldılar? diye. Dedim beni bırakırlar; iki gün sonra bıraktılar da. Elbette ki siyasi iktidarların tahammülsüzlüklerinin nedenleri var. Gülmeceyi sevmezler en başta çünkü gülmece, politik bir silah olduğu için… Kendilerine biat edecek insan arıyorlar. Ergenekon olayına bile kendine muhalif olan olmayan birçok kişiyi de karıştırdılar. Adı karışan birçoğunun suçlu olduğuna inanmı yorum. Onları almakla bize de gözdağı vermeye çalışıyorlar. Biz yolumuzdan şaşmıyoruz. Yılmadık, yılmayacağız da.

Politik gülmecenin edebiyatımızda bugünkü durumu hakkında neler diyeceksiniz? Gülmecenin giderek “muhalif” yanının törpülendiğini, artık suya sabuna dokunmayan, iktidar yanlısı bir çizgi izlendiğini görüyoruz. Siz buna katılıyor musunuz? Sınıflar ortaya çıktığı andan itibaren, ezilenin, mazlumun bir silahı olan mizah, moda deyimlerle “küreselleşme ve globalizm” söylemlerine kurban gidip sınıflararası uzlaşma araçlarından biri mi olmuştur?

Sorunuza kesinlikle katılıyorum. Yok, politik gülmece bugün artık yok. Karikatüre bir şey demiyorum, çizgiye bir şey demiyorum ama politik gülmece yapıtı siz biliyor musunuz? Öyle bir yapıt var mı? Politik gülmece yok bunun sebebi de baskılardan korkuyorlar, gülmecenin şekli değişti diyorlar. TV’lerdeki o yapılan gülmece programları, İvedik, Gora gibi birçok saçma sapan proje sunuluyor ve insanlar akın akın içinde sanat olmayan bu filmleri dolduruyor. Hiçbirinde sanat yok. Sanatı olmayan bir gülmece çıkartıyorlar.

Ben hep güldürerek düşündürdüm. Neye, niçin, niye güldüğünü bilmeli insan. Eskiden tiyatrolar vardı. Ali Poyrazoğlu, Müşfik Kenter kurgularında gülmece vardı. Derviş Süleyman gibi oyunları da politikti. Şimdi artık tiyatrolar da farklılaştı. Yatıyoruz

Şekspir, kalkıyoruz Şekspir. Sinema da edebiyattır. Güzel sanatların bir dalı koludur. Orada da yok gülmece. Eski filmleri düşünüyorum ben. Orhan Kemal’in Murtaza’sı bir filmdi. Müthiş gülmece unsurları taşıyordu. Benim yaşamımdan yapılan Zıkkımın Kökü müthiş gülmece unsurları taşıyan bir filmdi. Öyle filmler de yok şimdilerde. Cem Yılmaz gibi bilmem kimlerin eline kalmışız işte. Gülmecenin rengini, kokusunu, tadını, her şeyini değiştirdiler. Fakat şu var ki onlar öldüğü gün kendileri yok. Ama bu politik gülmeceyi yazan, yaratan ve çizen; düşündürterek üreten herkes tarih boyunca unutulmayacaktır. Örneğin 30 yıl önce yazdığım bir kitap bugün bile güncelliğini koruyor: Bizim Ayılar Amerikalıları Çok Sever… Bakın nasıl gerçek. O günlerden bugüne halen tapıyorlar. Siz Bilirsiniz Paşam ve Yıl Sıfır Darbe Hazır. Bütün bunlar darbeler için yazdığım kitaplardı. Darbe yapan askerlerden de korkmadım, korkmam da. Kimselerden asla korkmam.

Eşim benim öğretmendi, aylık alırdı. Onun kişiliği ve aylığı beni dimdik tuttu. Kimseye taviz vermedim. Çünkü eşimin dimdik arkamda olduğunu bilen bir insandım o zaman. Şimdi de zaten taviz vermem. Vermiyorum da. Ama bugüne dek bu şekilde geldi Muzaffer İzgü. Aziz Nesin nasıl hatırlanıyor? Muzaffer İzgü de hatırlanacak, bütün içtenliğimle inanıyorum buna. Çünkü ben doğru işler yaptım. Ben bütün görevimi de halen yapmaktayım. Okul öncesi çocukları eğitmeye başlıyorum. Oradan başlıyorum çocuğa edebiyatı sevdirmeye. Gülmeli, güldürmeli, niye güldüğünün ayırımına varmalı çocuk, ben bunu istiyorum.

Gülmece dergilerini takip ediyor musunuz? Onların mizah anlayışlarını nasıl buluyorsunuz?

Bildiğim kadarıyla 13 tane kadar gülmece dergisi var. Kesinlikle iki tanesi dışındakileri takip etmiyorum onlar da belden aşağıda. İkisini okuyorum, diğerlerine bakmıyorum çizgiye bir şey demiyorum. Çizgi güzel ama hitap etmiyor.

Gündemi meşgul edip insanların kafasını öyle farklı yönlere çekiyorlar ki yaşadığımız ülkede. Örneğin bir futbol merakı. İnsanları n bütün enerjilerini, zamanını öyle çok alıyor ki. Sabah kadın programları, ayrılan, boşanan, dayak yiyen vb. Bize ne bunlardan, biz sosyal kurum muyuz? Çocukların karşısında internet var. Toplumsal bir şey değil. Alternatif çok fazla çocuğun karşısında. Çocuk okuru olmayan bir toplumun büyük okuru olmaz. Çocuk okuru yetiştirmiyoruz ki büyüyünce okusun. Okul da yok. Gülmece de bunlardan nasibini alıyor. Ama bundan 25 yıl önce, 30 yıl önce böyle değildi. Benim kitaplarımın geçmişteki baskısından biliyorum. “Zıkkımın Kökü” 20. baskı… “Sıpa” 8. baskı… Eskiden çok okunurdu, şimdi gülmeceyi değiştirince okuma kültürü de yok oluyor. Gülmece de bundan nasibini alıyor. Saçma şeylere gülüyoruz. Basit şakalara gülüyoruz. Açıkçası basitleşiyoruz. Ben en çok haberlere gülüyorum, politikacıların yalanlarına. Birçok insan inanıyor onların dediğine. Bense onların nasıl bir yalan uydurduklarını bildiğim için hallerine gülüyorum…

Okul okul gezinmek suretiyle çocuklara kitap sevgisi aşılamayı kendine amaç edinmiş; tam bir halk aydını olan, bizden biri olan Muzaffer İzgü’ye bu güzel sohbet için teşekkür ediyor, ayrılıyoruz yanından.

ESERLERİNDEN BİR BÖLÜMÜ

ÖYKÜ-MİZAH:

Bando Takımı (1975)

Donumdaki Para (1977)

Deliye Her Gün Bayram (1980)

Sen Kim Hovardalık Kim (1980)

Her Eve Bir Karakol (1980)

Devlet Babanın Tonton Çocuğu (1981)

Lüplüp Makinesi (1982)

Kasabanın Yarısı (1982

ROMAN:

Gecekondu (1970)

İlyas Efendi (1971)

Halo Dayı (1973)

OYUN:

Karadüzen (1971)

İnsaniyettin (1972)

Reçetesi Peçete (1974)

Utanmıyorum Üşüyorum (1975)

ÇOCUK KİTAPLARI:

Bülbül Düdük (Çocuk romanı, 1980)

Ekmek Parası (1979)

Çizmeli Osman (1980)

Pazar Kuşları (1980)

Uçtu Uçtu Ali Uçtu (1980)

ÖDÜLLERİ:

1977 Nasrettin Hoca Gülmece Öykü Yarışması’nda üçüncülük, “Hıdır Baba” öyküsüyle

1977 Milliyet Sanat Dergisi Gülmece Öyküsü Yarışması’nda ikincilik,  “Anayasa Hangi Anayasa” öyküsüyle

1978 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü, Donumdaki Para ile

1980 Bulgaristan Altın Kirpi Gülmece Ödülü, Bülbül Düdük ile

Kültür Sanat Yaşamında Tavır Dergisi – Temmuz/2010, Sayı: 99

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Benzer Yazılar