Halk Okulu Eğitim Dizileri LGBT-İ broşüründen her hafta bir bölüm yayınlayacağımız yazı dizimizin 2. bölümünü paylaşıyoruz.
Burjuva Medya, Eşcinselliğin İdeolojik Zeminini Böyle Hazırlıyor
Yozlaştırma noktasında en önemli araçlardan biri burjuva medyadır.
Bugün “kültürel çöplük“ olarak adlandırdığımız TV, internet, gazeteler, dergiler, radyolar yani kısacası burjuva medya, toplumsal düzeyde yalnızlaşmış, öz niteliklerini yitirmiş, var olmayı değil, “sahip olmayı“ temel ilke edinmiş insanlar yaratıyor. “Aptallaştırma kutusu” dediğimiz TV’ler, düşünmeyi, sorgulamayı engelleyen bir makinedir. Medya, “yükselen değerler“ diyerek sürekli kapitalizmin tüketim, bireycilik, kişisel başarı ve hırs vb. gibi kendi ilkelerini pompalıyor. Vicdani ve ahlaki ne varsa satılığa çıkartıp, köşe dönmeciliği yaymaya çalışıyor. İnsanı her şeye yabancılaştırıyor.
İşte yabancılaşma da insana ne olduğunu unutturan bir bilinç yoksunluğunu ifade eder. Kapitalizmin yaymaya çalıştığı bu kültür sayesinde yaşam alışkanlıklarımız burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillenir. Yani insanı asıl köklerinden kopararak köksüzleştirir, soysuzlaştırırlar. Kendine yabancılaşan insanlara yapay zevkler, arzular yaratarak toplumu aldatır. Ve yaşadığımız sefaleti böyle unuttururlar. Üretilen bu yapay zevklere ulaşmak için daha çok çalışmak zorunda olan ve daha çok çalıştıkça daha fazla yabancılaşan insan…
Bu toplumsal bir kısır döngü olarak yinelenir. Ve toplum günden güne daha fazla yozlaştırılır. İşte örnekleri…
“… En küçük uyuşturucu bağımlısı 13 yaşında… Türkiye’de geçen yıl uyuşturucu tedavisi gören en küçük bağımlının yaşının 13, en büyük bağımlının yaşanın ise 65 olduğu, hastalardan yüzde 24’ünün 15 yaşının altında bulunduğu bildirildi.” (25 Aralık 2012 Milliyet Gazetesi)
Hemen belirtelim ki 2012 yılına ait bu veri çokça eskimiştir.
2015 yılı rakamlarına göre uyuşturucu 9’lu yaşlara inmiştir.
“… Anti-depresan ilaç kullanımı 5 yılda 10 milyon kutuya çıktı. Depresyon tedavisinde kullanılan anti-depresan 5 yılda yaklaşık 10 milyon kutu artarak 26 milyon kutuya dayandı. Bu sonuç, ortalama her 3 kişiden 1’ine anti-depresan satışı yapıldığını gösterdi.” (9 Ekim 2013-Cumhuriyet)
“… TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre, tecavüz ve cinsel saldırı suçlarında son beş yılda yüzde 30 artış meydana geldi. Adli Sicil İstatistikleri Genel Müdürlüğü’nün 2012 yılı istatistik verilerine göre 91 bin 979 ‘cinsel dokunulmazlığa karşı suç’ olayı adli mercilere intikal etti, gerçek sayı ise bunun çok üstündedir. Bunların 34 bini çocuklara dönük cinsel istismar davasıdır…” “Cinsel saldırı da 9 yılda rekor artış… AKP’nin iktidara geldiği 2002’de cinsel suç dosyası 8 bin 146 olan Türkiye 2011’de bu rakamı dörde katlayarak 32 bin 988’e çıkardı…” (9 Kasım 2012 – Yurt gazetesi)
Ve bu rakamlar her geçen gün aşılmaktadır. “Balık baştan kokar“ der halkımız. Bu çürümenin “baştan“ başladığı anlamına gelir. Düşünceleri yozlaştırılan kitle korkmaya, kokuşmaya başlar. Bu haberler de bu çürümenin boyutlarını göstermektedir.
Burjuva medya, her şeyi tepkisiz olarak TV’den izleyen ruhsuz yaratıklara dönüştürüyor insanları. Reklamlar aracılığıyla ideolojik bir bombardıman altında tutarak, yığınların toplumsal düşünme ve davranışlarını bir kalıp içine sokmaya çalışıyor.
Reklam bir sanat mı değil mi tartışmalarına çokça girmeyeceğiz. Ancak şu bir gerçektir, reklam tekellerin satış sonuçlarını ve kişilerin algısını doğrudan etkileyen ticari bir faaliyettir. İşte tam da bunun için reklamlar, kapitalizmin sanatıdır. Bütün düşünme sistematiğimizi etkileyen bir “sanat”!
Burjuva medyanın en büyük etkisi yarattığı tüketim kültürüdür. Günümüz kapitalizmi talebi değil, ihtiyacı da üretmektedir. Reklamın kapitalizmin sanatı haline gelmesinin nedeni de budur. Böylece tüketim temelli bir insan tip yaratılmak istenmektedir. Bu konuda başarısız oldukları da söylenemez.
Reklam sayesinde insanlar temel gereksinimlerinin yerine yapay gereksinimlere yönelirler bu yapay ihtiyaçlar, onu baskı altında tutmak için toplumsal olarak yönlendirilen çıkarlardır. Mutluluk ancak bu ihtiyaçlar karşılığında yakalanabilir ona göre. Reklam programlarının ileri sürdüğü biçimde dinlenme, eğlenme, davranma ve tüketme ihtiyaçları ile başkalarının sevdiği veya nefret ettiğinden nefret etme, hastalıklı bir şeyi normal kabul etme… bunların hepsi yapay ihtiyaçlardır. Böylece her şeye boyun eğmiş insan yaratılır. İnsanlık özelliklerini yitirmiş bir “yaratık“ ya da.
Marks, 1844 Elyazmaları adlı eserinde insanın çalışmasını hayvanlardan ayıran özellikleri ortaya koymaktadır: Bir, hayvan “yalnızca“ kendisi ve yavrusu için doğrudan gereksinim duyduğunu üretir. Başka bir deyişle “hayvan“ tek yanlı üretirken, insan evrensel bir üretimde bulunmaktadır.
İki, hayvan “yalnızca“ doğrudan fiziksel gereksinim egemenliği altında üretir. İnsan ise, üretimde böyle bir gereksinimden özgürdür…
Üç, hayvan “yalnızca“ kendisini üretir. İnsan üretim faaliyeti içinde tüm doğayı yeniden üretir.
İnsan, doğanın bir parçasıdır. Marks şöyle ifade ediyor bunu: “İnsan doğa ile yaşar, bu şu demektir, doğa, onun ölmemesi için, birlikte, doğayla iç içe kalmak zorunda olduğu vücududur insanın fiziksel ve ruhsal yaşamının doğa ile ilgisinin olmasından başka bir anlama gelmez. Çünkü doğa insanın bir parçasıdır.“
Oysa bugün kapitalizm insanı doğaya karşı da yabancılaştırmıştır. Bu durum aynı zaman da zincirleme olarak birbirini tetikleyen bir durumdur. Emeğine yabancılaşmış insan, giderek doğaya da yabancılaşmakta, doğaya yabancılaşan insan bir süre sonra kendi kendisine, insanın etkin işlevine, yaşamsal faaliyetlerine yabancılaştırılmaktadır. Bu da zamanla kendi türüne de yabancılaşan insanı yaratmaktadır. Eşcinsellikle ilgili sorunu da bu kapsamda ele almak gerekir. Eşcinsellik bu yabancılaşmanın sonucudur. Ve kitleler arasında medya kullanılarak, her türlü ideolojik propaganda ile özel olarak yaygınlaştırılmaktadır.
“Devrimi gerçekleştirecek olan, toplum dışına itilmiş zenciler, azınlıklar, eşcinseller, serseriler vb kesimlerdir”.
Bu teori 1968 Mayıs’ının liderlerinden sayılan Alman asıllı ABD’li filozof Herbert Marcus’a aittir. Marcus’a göre, bugün işçi sınıfının barutu tükenmiş, sınıf çelişkileri azalmış ve düzenle kaynaşmışlardır, devrimi yapacak durumda değildir; aristokratlaşarak tutuculaşmış, devrimci dinamiklerini yitirmişlerdir.
Avrupa’da ve ABD’de 1968’lerde devrimcilik adı altında yaşanan yozlukların, ahlaksızlıkların bohem tarzının teorileştirilmesidir bu. 1968’de düşen kişiliklerinin devrimci saflara taşınması ve bundan doğan olumsuzlukların yansımasıdır tüm bunlar. Kendi ülkemizde hemen o yıllarda yaşanmasa da 1980’lerde 1968’lerle kıyaslanamayacak dejenerasyon yaşanmıştır. Örgüt olmayan, “Ben“ine sarılan kişiler, düzene yuvarlanan, yuvarlandıkça çamura, kire, pasa bulanan kişilikler arttıkça artmıştır.
Reklamlar, diziler, filmler… Örneğin “kızlı-kızlı“ bir “aşk hikayesi“ diye tanıtılıyor film. Bu yılın “altın palmiye“ ödüllü filmi “Mavi En Sıcak Renktir“. İki kadın arasında gelişen “tutkulu“ bir aşk hikayesini anlatıyor. Tunus kökenli Fransız yönetmen Abdüllatif Keşiş’in yapıtı, sezonun en iyisi diye anlatılıyor. Radikal gazetesinin sanat köşesinde (8 Kasım 2013) filmin konusu ise şöyle tanıtılıyor: “Lise hayatının son demlerinde her ergen gibi gideceği rotayı belirlemekte zorlanan Adela, yakın çevresinin kendisine uygun gördüğü (ki, o da beğenmektedir) Thomas’la ilişkiye girer lakin bu ilişkide tanımlamakta zorluk çekeceği bir hisse sahip olur. Okuldaki bir kız arkadaşıyla yaşadığı anlık deneyim kendisi için yeni bir kapıyı aralar: hemcinslerinden hoşlanıyordur! Yakın geçmişte bir yaya geçidinde farkına vardığı, rastladığı Emma ile yeni bir ilişkinin kapısını aralar. Adela ve Emma artık sevgili olacaktır…”
Filmin konusu böyle anlatılıyor gazetelerde. Ve ödüller alan bu film “Günümüzün Love Story’si“ diye pazarlanıyor. Ve kapitalizm rotasını şaşıranlara yeni bir yol çiziyor: Eşcinsellik! Ben gay miyim, lezbiyen miyim? Ne olduğuma nasıl karar vereceğim diye her karesinde insanları düşündürtüyor ve bu durumun olabilirliği, normal olduğu anlatılıyor, anlatılıyor, anlatılıyor…
Halkımızın söylediği gibi, bir şeyi kırk defa tekrarlarsan gerçek olur!