Antiemperyalist nitelikte bir direniş olan Yüksel Direnişi’ni anlatmaya devam ediyoruz. Geçtiğimiz üç haftada;
GATT ve GATS anlaşmalarının ne olduğunu, 21 Temmuz 2017’de AKP’nin neden OHAL (Olağanüstü
Hal) ilan ettiğini, çıkardığı 32 KHK (Kanun Hükmünde Kararname) ile neyi amaçladığını, ihraç edilen 200 bine yakın kamu emekçisi içinde OHAL’e ve KHK’lara karşı yapılan ilk direnişin Yüksel Direnişi olduğunu vurguladık.
Yüksel Direnişçileri Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın 9 Mart 2017’de TBMM önünde bir basın açıklaması yaparak “11 Mart’ta açlık grevine başlıyoruz” dedikleri için saldırıya uğradıklarını, polisin keyfi gözaltısına karşı açlık grevine başladıklarını ve denetimli serbestlikle bırakıldıktan sonra da alana giderek açlık grevini sürdürdüklerini söyledik.
Yani AKP faşizmi baskıyı, işkenceyi, gözaltıları, denetimli serbestliği sürekli uygulayarak direnişi bitireceğini umuyordu. Fakat tüm bunlar direnmenin haklılığını ve zorunluluğu öyle net ortaya koyuyordu ki; direnişçilerin öfkesi ve kazanacaklarına inancı artıyordu. AKP, baskısını arttırarak aslında direnişi keskinleştiriyor, büyütüyordu. Öyle ki açlık grevi bile planlanandan 2 gün önce, yani 9 Mart’ta başladığını anlattık.
Bu hafta Yüksel Direnişi’nin sesini tüm dünyaya duyuran Halkın Hukuk Bürosu (HHB) ve Grup Yorum’u anlatarak devam ediyoruz.
HALKIN AVUKATLARI, DİRENİŞİN İLK GÜNÜNDEN İTİBAREN DİRENİŞÇİLERİN YANINDA
İki eğitimcinin öğrencilerine kavuşabilmek, OHAL’in kaldırılması ve yasakların hükümsüzleşmesi için sürdürdükleri direniş, halkta büyük bir saygınlık uyandırıyordu. Direniş alanı hiç boş kalmıyor, günün her saatinde her yaştan insan Yüksel’e geliyor, elinden ne geliyorsa direnişi büyütmek için çabalıyordu.
Yüksel’de her gün “yeni bir Haziran Ayaklanması geliyor” korkusuyla tir tir titreyen AKP faşizmi, emperyalist efendileri karşısında da her geçen gün daha kötü duruma düşüyordu. Güçsüzlüğünü gizleyebilmek amacıyla, Nuriye ve Semih’in açlık grevinin 73. gününde (21 Mayıs 2017) gece yarısı kaldıkları eve polis operasyonu yaptı.
Saatlerce kapıda terör estiren polis, açlık grevindeki iki direnişçiyi işkencelerle gözaltına aldı ve 23 Mayıs günü tutukladı. İki direnişçiyi, sanki hastalarmış gibi Sincan Hapishanesi Kampüs Hastanesi’ne kaçırdılar. Faşizmin amacı, zorla müdahale ederek hem direnişi bitirmek hem de AKP’yi halkın ve emperyalistlerin karşısında aciz hale getiren direnişçileri sakat bırakarak intikam almaktı!
Tutuklanan yalnızca Nuriye ve Semih değildi; Yüksel Caddesi’nde önünde oturma eylemi yapılan İnsan Hakları Heykeli de “tutuklandı”! Bir daha önünde eylem yapılamasın, Nuriye ve Semih’in direniş mevziisi haline getirdiği yere girilemesin ve hafızalardan bile silinsin diye heykelin etrafını polis bariyerlerle çevirip seyyar karakol kurdular. Fakat umdukları gibi olmadı; orası eylem alanı olmaya devam etti!
Tutuklanma haberi duyulur duyulmaz, öfke ve sahiplenme çığ gibi büyüdü. Kulaktan kulağa, evden eve, şehirden şehre, ülkeden ülkeye Nuriye ve Semih’in sesi yankılandı.
Halkın her kesiminden insan, Nuriye ile Semih’in sakat bırakılmasını önlemek ve taleplerinin kabul edilmesini istemek için sayısız eylem yaptı. Direniş alanına artık yalnızca ihraç kamu emekçileri değil; üniversite öğrencisi, işsiz, ev kadını, liseli, çiftçi, esnaf, işçi, memur, emekli birçok kişi günde iki kez Nuriye ve Semih’in özgürlüğünü haykırıyor, zorla müdahaleyi engellemek için çırpınıyordu.
Bu süreçte HHB’nin ve Grup Yorum’un da emeği büyüktü ki zaten halkın avukatları ve halkın sanatçıları, 1980’lerden bu yana haklar ve özgürlükler mücadelesinin tam ortasındalardı.
OHAL ilanının ardından ilk tepki gösteren, bürolarına vurulan mühürleri söküp atan Halkın Hukuk Bürosu avukatlarıydı. Halkı, OHAL karşısında yalnız ve çaresiz bırakmayan, günlerce durup dinlenmeden bir gözaltından öbürüne, bir baskından diğerine, bir hapishaneden ötekine koşuyorlardı. Panellerle, söyleşilerle yoksul mahallelerde OHAL’in ne olduğunu ve yasakların hükümsüzlüğünü anlatıyorlardı.
Nerede halkın direnişi varsa, Halkın Avukatları oradaydılar. Yüksel Direnişi’nin başladığı 9 Kasım 2016’dan itibaren de görevleri başındaydılar. Gözaltıların ardından müvekkillerinin yaralarını saran, işkenceyi önlemek için çırpınandı onlar!
Nuriye ve Semih’in gözaltına alındığı gece de yanlarında avukatları vardı. “Her gün alandaki insanlar; orada ifadeye çağırabilecekken, neden gecenin bir yarısı kapıları kırıyorsunuz? Ne suç işledi ki müvekkillerimiz, böyle hırsız gibi gece yarısı geliyorsunuz? Niye açalım size kapıyı, neye yardımcı olmamızı bekliyorsunuz?” diyorlardı.Gözaltına alınmalarını engellemek için açlık grevindeki müvekkillerini fiziki olarak da savundular. Hukuk örgütlerini,baroları harekete geçirdiler. Gözaltına alındıklarında, adliyede her anlarında yanlarındaydılar.
Adliyeye götürüldüklerinde yanlarındaki avukatlardan biri de Halkın Hukuk Bürosu şehidi Ebru Timtik’ti. Halkın Avukatı Ebru, direnişçilere en ufak bir zarar gelmemesi için çabalıyor, fiziken yıpranmalarının önüne geçmeye çalışıyor, tutuklanmamaları için elinden geleni yapıyordu. Elbette karar siyasiydi ve tutuklanma talimatını almışlardı bile. Nitekim Nuriye ve Semih, yukarıda özetlediğimiz gibi, 23 Mayıs 2017’de tutuklandı ve hapishane hastanesine kaçırıldı.
İlk andan itibaren halkın sahiplenmesi karşısında “terör” demagojisine sarılan AKP faşizmi, tutuklamalara tepkiyi dindirebilme umuduyla daha büyük yalanlara sarıldı. Tayyip Erdoğan ve onun İçişleri Bakanı Soysuz Süleyman Soylu, her sorulduğunda “siz bakmayın iki eğitimci denildiğine, onlar terörist” diyordu. Bir yandan halkın sahiplenmesinin önüne geçmeye çalışırken öte yandan yargıya talimat veriyorlardı. “Bunlar terörist, yargılamayla filan uğraşmayın, tez elden cezaları basın” talimatıydı bu ve cübbeli cellatlar talimatın gereğini yaparak direnişçileri tutukladılar.
Haksız yere tutuklanmalarının ardından, Semih’in eşi Esra Özakça da süresiz açlık grevine başladığını duyurdu. Her geçen gün hem alandaki direnişçilerin hem de açlık grevcilerin sayısı arttı.
Temmuz ayında yani tutuklanmalarından iki ay sonra, Soysuz Süleyman daha da ileri giderek bir broşür hazırlattı. “BİR TERÖR ÖRGÜTÜNÜN BİTMEYEN SENARYOSU, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça Gerçeği” adını taşıyan 56 sayfalık kontra ağızla yazılan bu broşür, inandırıcı olabilmek “resmi ve ciddi” bir hava verebilmek için iki dilde (Türkçe-İngilizce) hazırlanmıştı.
Tarihinde ilk defa faşist devlet, kişilere özgü broşür çıkararak “bakın bunlar masum değil, terör örgütü mensubu” diye kişisel bilgilerini ve direniş sürecinde çekilen fotoğraflarını yayınlayarak neden tutukladıklarını ispata uğraşıyordu. Elbette bu broşür gerçeklerden değil, yalanlardan oluşuyordu. Her cümlesinde terörist olduklarını kanıtlama niyetiyle uydurulmuş yalanlar sıralanıyor, Yürüyüş Dergisi, KEC, TAYAD, Dev-Genç, Halk Cephesi, destek veren diğer kurumlar, haberlerini yapan internet siteleri, hatta yurt dışında Nuriye Semih için eylem yapan demokratik kurumlar bile terörist ilan ediliyordu.
Nuriye-Semih hakkında açılan soruşturmaların listesi sıralanarak, sanki hüküm giymiş sabıkalılarmış gibi gösteriliyordu. Yani broşürü yayınlayan AREM (İçişleri Bakanlığı Araştırma ve Etütler Merkezi) de İçişleri Bakanı’nın kendisi de alenen yalan söylüyor, iftira atıyor, “DHKP-C ile doğrudan organik bağları var” diyerek suç işliyordu. Halkın Avukatları devlet adına Soysuz Süleyman eliyle işlenen tüm suçları tek tek ifşa etti, gerçekleri açıkladı.
Soysuz Süleyman, Nuriye-Semih’le ilgili televizyona demeçler vererek hedef göstermeye ve Yüksel’de işkenceyi artırmaya devam etti. Artık onların adını bile anmak “yasak”tı!
Evet, yanlış duymadınız. Nuriye ve Semih terörist ilan edilmekle kalmıyor, aynı zamanda bu iki direnişçinin kendisi “TERÖR ÖRGÜTÜ” imiş gibi, onların adını anmak da “TERÖR ÖRGÜTÜ PROPAGANDASI YAPMAK” sayılıyordu.
Semih’in annesi Sultan Özakça, alanda oğlunun fotoğrafının ve adının yazdığı dövizle slogan attığı için “terörist” denilerek gözaltına alındı. Bir anneye oğlunun adını anmayı bile “suç” sayan düzenin adıdır faşizm!
Halkın Avukatları, faşizmin halk düşmanlığını, AKP’nin Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) beklentilerini karşılayabilmek ve yaptırımlarına uyabilmek için AKP’nin direnişçilere yönelik saldırılarını teşhir ettiler. Nuriye ve Semih’in nasıl ve neden hedefe oturtulduğunu anlattılar. Soysuz “sabıkalı teröristler” dedikçe, HHB adli sicil kayıtlarını yayınlayarak, onlarla ilgili her gelişmeyi halka duyurarak, direnişçi müvekkillerinin haklı taleplerinin dışarıdaki sesi oldular. Sayısız başvuru, suç duyurusu, savunma hazırladılar, birçok demeç verdiler zorla müdahaleyi durdurmak ve özgürlüklerini kazanabilmek için. Elbette sadece bu kadar da değildi.
Halkın Avukatlarından Engin Gökoğlu “Müvekkillerimi Açlığımla Savunuyorum” diyerek açlık grevine başladı.
Halkın avukatlarından Süleyman Gökten ve Ezgi Çakır, 1,5 yaşındaki kızları İdil ile birlikte İstanbul’dan Ankara’ya Nuriye ve Semih için bisikletle giderek eylemleriyle direnişçilerin taleplerini anlattı.
Halkın avukatı Ebru ve Barkın Timtik, TBMM önünde Nuriye ve Semih’in özgürlüğü için yaptıkları eylemde işkenceyle gözaltına alındılar. Vücutlarının her yanı morluklar içindeyken Nuriye ve Semih’in taleplerini haykırdılar.
Kurumları, baroları, demokratik kitle örgütlerini bir araya getirerek, yüzlerce kişinin katıldığı eylemler, yürüyüşler yaptılar. Özellikle İstanbul ve Ankara’daki eylemlerde ağır işkenceler gördüler, gözaltına alındılar. HHB avukatlarının bir kısmı alanlarda farklı şehirlerde sürekli eylemdeyken, bir kısmı da hapishanede direnişçilerle ilgileniyordu.
Yıllar sonra Nuriye Gülmen, ölüm orucu direnişindeki avukatı Ebru Timtik’in nasıl paçalarını sıvayıp “Nuriye, kaslarının rahatlaması lazım diyerek duş yaptırdığını, halkın avukatlığının hiçbir biçime ve kalıba sığdırılamayacağını” anlatacaktı.
Halkın avukatları ile müvekkilleri arasındaki bağ çok güçlüdür. Çünkü bu bağ, haklar ve özgürlükler mücadelesinin orta yerinde kurulur. Sokaklarda yerlerde sürüklenirken, işkencehanelerde, cübbeli cellatların kendilerini her şeyin efendisi sandığı mahkeme salonlarında, eylem alanlarında coplanırken, işçi direnişlerinde, kısacası haksızlığın ve adaletsizliğin olduğu her yerde pekişir bağlar. Yani aslında bu bağı kuran da güçlendiren de emperyalizmin işbirlikçisi oligarşidir. Dahası kendi kurduğu bağdan bile “suç” çıkaran yine faşizmdir.
Açlık grevini sürdüren Nuriye ve Semih’in ilk duruşması, 14 Eylül 2017’de görülecekti. HHB, duruşmaya 10 BİN avukat katma hedefini açıklamıştı ve bunun için gecelerini gündüzlerine katıyorlardı. Harita üzerinde, masa başındaprogramlarını çıkarıyor ve gece yarılarına kadar kapı kapı dolaşıyor, açıklamalar yazıyor, mailler gönderiyor,protesto faksları çekiyor, toplantılar yapıyor, Tabip Odalarını, meslektaşlarını ve baroları harekete geçiriyor, müvekkillerinin tahliyesi için deyim yerindeyse soluksuzçalışıyorlardı.
İşte tam da bu nedenle, 12 Eylül 2017’de Halkın Hukuk Bürosu’nun 5 ildeki şubeleri basıldı! Devletin en üst mercilerinden “bunlar da terörist” yaygarasıyla, Nuriye- Semih’in duruşmasına iki gün kala, baskın yapıp avukatları tutuklayarak, çevrelerine korku yayarak, direnişçileri avukatsız bırakacaklarını sandılar; yine yanıldılar!
Saldırı politikası daha ilk dakikalarda boşa çıkarıldı. Baskın sırasında Ankara HHB’de bulunan Ebru Timtik, avukat arkadaşıyla birlikte büronun balkonundan Nuriye ve Semih pankartını sallandırarak, saatler süren baskın boyunca baskının nedenlerini, açlık grevindeki müvekkillerini ve onların asla avukatsız kalmayacağını haykırdı. Halkın adalet yoldaşı Heval Ebru’nun o tarihsel konuşmasının kısa bir bölüm aktarıyoruz. Bakın ne demişti adalet şehidi Ebru:
“Nuriye ve Semih’in avukatlığını yaptığımız için bugün, şimdi kapımız kırılıyor görüyorsunuz… Burası bir hukuk bürosu ve kapımız kırılıyor. Bu ülkede faşizmin olduğunu anlatmak için sadece bu görüntüler yeter. Faşizm bu!
Ama işte Nuriye, işte Semih. Son dakikaya kadar ister vali yasaklasın ister Soylu yasaklasın; muhakkak surette, biz Nuriye ve Semih demeye devam edeceğiz. Bakın birazdan gözaltına alınacağız ve gözaltına alınacak olmamıza rağmen biz onların isimlerini söylüyoruz. Meslektaşlarıma sesleniyorum: Nuriye ve Semih’i avukatsız bırakmayın. Bu ülkeyi teslim almak için; (Nuriye-Semih’in fotoğrafını, binanın girişinde biriken halka ve meslektaşlarına göstererek)
Nuriye ve Semih’i, işte onları tutukladılar. Çünkü direnen, öne çıkan çok az sayıda insan vardı. Onlar bu ülkenin çocuklarını faşizme, gericiliğe, teslim etmek istemiyorlar. O iki güzel insana sahip çıkın! Faşizmi yeneceğiz… Bütün dünyada böyledir, Türkiye’de de böyle… Eninde sonunda yeneceğiz!
Nuriye ve Semih sizin eceliniz olacak, eceliniz! Ödünüz kopuyor onlardan. 150 bine yakın insanı işsiz bıraktınız. Önünüze geleni hapishanelere tıktınız! Biz yılar mıyız, biz yılar mıyız? Bu halkı faşizme teslim eder miyiz?
… Neden 150 bin insanı ihraç ettiler biliyor musunuz? Çünkü GATS dedikleri bir proje var. Bu hizmetler sözleşmesi yani “kadrolu memur bırakma” diyor. Kadrolu memur sayısını azaltacak. Onun yerine 1500 liralık işçi çalıştıracak. Onun yerine sözleşmeli personel çalıştıracak. İstediği zaman işten atabilsin diye. İnsanları iş güvencesiz çalıştırmak için 150 bin kamu emekçisini ihraç ettiler.
… GATS hizmetler sözleşmesi var ve bu yeni değil. Uzun zamandan beri kamu tasfiyeleri yapmak istiyorlar. Hatta avukatların sayısını bile azaltmak istiyorlar. Büyük avukatlık büroları kurup tekelleştirmek istiyorlar. Geri kalanları işçi avukatlar olarak güvencesiz olarak çalışsınlar istiyorlar. Buna başladılar hâlâ devam ediyorlar. 150 bin ihraçtan sonrası da gelecek daha devam edecek. Hiç kimsenin kamuda çalışıyorum diye bir güvencesi yok. Bunu anlayın, istedikleri şey bu. Mümkün olduğu kadar masrafları kısacaklar yaptıkları yer de iş güvencesinden kıstıkları yer de iş güvencesinden. Ne var ne yok satacaklar!
Üsler, denizler, kıyılar, sular, ormanlar ne kadar varlığımız varsa satacaklar. Siz bu ülkenin toprağına sahip çıkamıyorsanız, bu ülkede domatesin bile tohumunu bıraktırmadıysanız, tohum bile kalmadıysa bu ülkede, insanlar artık hayvancılık bile yapamıyorlarsa, tarım öldüyse, nerede vatanseverliğiniz?
Size, ‘ben vatanseverim’ diye dolaşanlara soruyorum; vatan dediğiniz bu toprakta toprak bırakmadılar, tohum bırakmadılar, böyle bir ülkede ne susuyorsunuz? Nasıl vatanseverlik bu? Ülkemiz Amerikan üslerinden geçilmez durumda. Hadi bakalım Amerika’ya o kadar kafa tutuyorsanız İncirlik Üssü’nü kapattırın bakalım; nerede vatanseverliğiniz?
Bu ülkede gerçek vatanseverler varsa, o da devrimciler o da sosyalistler, o da bizleriz. Bunu unutmayın! Ancak bizim yanımızda olursanız bu vatanı kurtarabiliriz. Bu vatanı emperyalistlerin ve onun işbirlikçilerinin elinden kurtarabiliriz…”
İşte bu gerçekleri halka gösteren, meslektaşlarını harekete geçiren, halkımızı hakları ve özgürlükleri konusunda bilinçlendiren, bağımsız olmayan yeni-sömürge bir ülkede yargının da bağımsız olamayacağını anlatan halkın avukatlarını; somut tek bir kanıt olmadan, hiçbir usul ve hukuk kuralını tanımadan yani faşizmin yasaları dahi ayaklar altına alınarak tutuklandılar. AKP, cübbeli cellatlarına 159 yıl ceza verdirdi ve bu cezaya gerekçe gösterilen “delil”lerden biri de Yüksel Direnişi idi.
Halkın avukatları, bir an olsun müvekkili Yüksel Direnişçilerini yalnız bırakmadı. Halkın avukatlarının tutsaklık sürecinde, direnişçi müvekkilleri de onları sahipsiz bırakmadı. Direniş alanında artık onlar için de özgürlük talep ediliyor, ölüm orucu direnişlerinde adalet mücadelesi haykırılıyordu.
UMUDUN, DİRENİŞİN, ZAFERİN SESİ:
GRUP YORUM
Direniş alanlarında doğan Grup Yorum, sürekli üreten, üreterek büyüyen ve halklaşan bir müzik grubudur. Ama salt bir müzik grubu değildir; her anı halkın içinde, hak ve özgürlük mücadelesinin içinde halkın yoldaşıdır onlar.
1985’ten bu yana Anadolu topraklarında; acı, sevinç, isyan, umut, katliam, kayıp, ayaklanma vb. halkımız ne yaşamışsa, onu taşımışlardır şarkılarına. Halkımızın yüreğinde yara açan, belleğinde yer eden, umutla beklediği, unutmak ve unutturmak istemediği, heyecanını duyduğu, tekrar tekrar yaşamak istediği ne varsa, onu şarkılaştırmıştır Yorum. OHAL’e karşı Yüksel Direnişi gibi bir direnişe de kayıtsız kalmaları mümkün değildi. Yorum da direnişin bir parçasıydı; çünkü onlar, halkın örgütlü sanatçısıdır.
OHAL süreci, Grup Yorum’un da sürekli baskıya uğradığı, üretimlerinin engellendiği, işkenceli gözaltı ve tutuklamaların katmerlendiği bir dönem oldu. Faşizm; çıkmamış albümlerini toplattı, İdil Kültür Merkezi’ndeki albüm tanıtımına saldırdı, film setleri basıldı, konserleri engellendi ve dışarıda tek bir Grup Yorum emekçisi bırakılmaksızın hepsi tutuklandı!
OHAL ile Anadolu halkları arasındaki en güçlü barikat olan Yüksel Direnişi sürecinde de kayıtsız değildi Grup Yorum. İlk günden itibaren direnişçileri ziyaret ederek, açıklamalar yaparak, eylemlere katılarak, onlar için şarkılar söyleyerek OHAL’e karşı direnişin meşruluğunu savundular.
Aynı süreçte defalarca baskına uğrayan, enstrümanları parçalanan, tahliye olan emekçileri kapıdan alınıp tekrar tutuklanan Grup Yorum; direnmeye ve üretmeye devam eden bir gelenek haline geldiği için, her seferinde hızlıca toparlandı. Yorum’u tek bir konser veremez, tek bir üretim yapamaz hale getirmek istiyordu faşizm, halkla bağını tamamen koparmak istiyordu; ama bu imkânsızdı!
Grup Yorum halktı ve bu bağ koparılamazdı! Şarkılarını yoksul halkımızla söyleyebilmek için gecekonduların damlarına çıktılar, meydanlarda şarkılarını söylemeleri yasaklandığında kamyon kasalarında söylediler. Her saldırıya mutlaka bir cevabı oldu Yorum’un.
Yeni Grup Yorum emekçileri yetişti, dünyanın dört bir yanında konserler vermeye hazırlandılar. Kendi şiirlerini yazıp okumaya, kendi şarkılarını düzenleyip klip hazırlamaya, kendi filmlerini çekip gösterimini yapmaya başladılar.
Baskınlar artarak sürdü. Haziran Ayaklanması sürecinde Grup Yorum öncülüğünde kurulan Sanat Meclisi de Yüksel Direnişi’nin yanında oldu. Sanat Meclisi bünyesindeki sanatçılar toplu veya tek tek Ankara’ya gidip ziyaret ettiler, açıklamalar yayınladılar, Nuriye ve Semih’in yaşaması ve özgürlüğü için direnişi büyüttüler. Bugün de Haziran Ayaklanması’ndan bu yana çalışmalarını sürdüren tek örgütlülük, Sanat Meclisi’dir. Sanat Meclisi, Yüksel Direnişi ve Grup Yorum’un halkın sanatını yapabilmek için başlattığı ölüm orucu direnişi sürecindeki tavırlarıyla sanatçıların onuru olmuştur.
Helin ve İbrahim’in ölüm orucu direnişi, şehitliği ve sonrasında Yüksel Direnişçileri, onlar için de meydanlarda adalet istediler. Yorum’un internet konserlerine, onların özgürlüğü için yürütülen kampanyalara katıldılar. Ölüm orucu taleplerinin kabul edilmesi için eylemler yaptılar, işkence gördüler, gözaltına alındılar.
Nuriye Gülmen’in son tutuklanması da yine İdil Kültür Merkezi baskınında oldu. Kültür Merkezi’nde bulunmak bile “suç”tu AKP’ye göre. Zaten halk için “HAK” olan ne varsa, faşizme göre “SUÇ”tu ve cezalandırılmalıydı!
Faşizme karşı direnen herkes, AKP’ye göre “terörist”ti. Yüksel Direnişçileri, Halkın Avukatları, Grup Yorum emekçileri, Halkın Mühendis-Mimarları, KEC’liler, DİH’liler, Dev-Genç’liler, Halk Meclisi emekçileri; kısacası tüm halkımız “terörist”ti. Bu yüzden onlara destek verenler de zulümlerden zulüm beğenmeliydi; işte tam da bu korku havasını yaratmak, tüm direnenleri tasfiye etmek, devrimcileri tamamen imha etmek istiyorlardı!
Zaten onları bir araya getiren de vatanımızın göbekten emperyalistlere bağımlı olması, faşizmin sürekli baskısı, halka yaşamı zehreden sömürü-yağma-katliam politikalarıydı. Onlar hiçbirini sineye çekmeden, kabullenmeden, direndiler ve halkı da direnmeye çağırdılar! Çünkü asıl terörist; onları “terörist” diye yaftalayan işbirlikçi oligarşi ve efendisi emperyalistlerdir!
Haksız Yere Tutsak Edilen Yüksel Direnişçileri, Halkın Hukuk Bürosu Avukatları, Grup Yorum Emekçileri İçin Özgürlük ve Adalet İstiyoruz!
- Köşemizde gelecek bölümde, AKP’nin koruması altına giren KESK’in direnişe düşmanlığının nedenlerini ve faşizmden aldıkları talimatla Yüksel Direnişçilerini sendikalardan nasıl ihraç ettiklerini anlatacağız.