6-7 Eylül Yağma ve Katliamı, oligarşinin düzenlediği ilk kitle katliamlarından, kontrgerillanın ilk büyük organizasyonlarından biridir.
Uzun yıllar “gizli” kalmış bir operasyondur. O yüzden 1950’li yıllar ve sonrasını anlatan pek çok eserde bile ya hiç yer almaz, ya da gerçek boyutlarının çok altında bir olay olarak yer almıştır… En son “Salkım Hanımın Taneleri” adlı filmle, azınlıklara karşı geliştirilen bu saldırıların devamındaki “varlık vergisi” gündeme gelince, pek çok kişi, gerçekten bunlar o zaman olmuş mu şaşkınlığına düştüler.
Olmuştu ya! Daha da kötüsü olmuş, azınlıkların yalnız malına değil, canına da kastedilmişti… İşte 6-7 Eylül olayları bu “kastın” en uç noktasıdır.
Bahane: Kıbrıs!
1955’in ortalarından itibaren Kıbrıs meselesi nedeniyle Yunanistan’la ilişkiler iyice gerginleştirilerek şovenizm alabildiğine körüklendi…
25 Temmuz 1955’te Yunanistan Kıbrıs konusunu Birleşmiş Milletler gündemine getirdi.
Türkiye sorunun uluslararası platforma taşınmasına karşıydı. Ama buna rağmen, yaklaşık bir ay sonra, 29 Ağustos’ta Kıbrıs sorununu görüşmek üzere Londra Konferansı toplandı. Konferans’ta anlaşma sağlanamadı.
Kıvılcım: Atanın evine bomba!
Konferans’tan bir hafta sonra; 5 Eylül 1955’te Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldı. Olay, Ekspres gazetesinin özel sayısında manşet yapılarak kamuoyuna duyuruldu: “Atamızın evine bomba!” (Bu gazetenin sahibinin kim olduğuna daha sonra ayrıca değineceğiz.)
Kıvılcım çakılmış, tezgah işlemeye başlamıştı.
“Vahim” olay kamuoyunda duyulur duyulmaz, beklenen, daha doğru bir deyişle planlanan olaylar da patlak verdi.
Şevket Süreyya Aydemir, bu gelişmeleri şöyle yorumluyordu: “Öyle bir his uyanıyordu ki, bu tahrikler yüksek ve iradesi her tarafa ulaşabilecek makamlar tarafından düşünülüp hazırlanmıştı…” (Aktaran, Tanzer Sülker Yılmaz, Türkiye’de Gençlik Hareketleri, s. 78)
6-7 Eylül olaylarına bizzat tanık olan Gazeteci Metin Toker de şunları anlatıyor: “Tam karşıda, Üsküdar sırtlarında birkaç kilisenin yanmakta olduğunu eve geldiğimizde gördük. Beyoğlu’na geçtik… Ben Beyoğlu’nun o geceki halini hayatımın sonuna kadar unutamam. Bütün cadde kumaşlar, vitrinlerden çıkarılıp atılmış eşyalar ile doluydu… Sonradan resmi yorumlar buna ‘Milletin asil heyecanı’ gibi şatafatlı sıfatlar uydurmuşlardır. Fakat hareketin hiçbir asaleti yoktu.” (Aktaran Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, s. 52)
Provokasyon ve katliam tamam; sıra “suçlu” yaratmada!
Hükümet, polis, MİT, “Suçlu”yu bulmakta hiç zorluk çekmediler! “Bu olay olsa olsa komünist kışkırtması olabilirdi.”
Başbakan Adnan Menderes de 12 Eylül günü meclis kürsüsünde, “komünistlerin tertibinden” söz etmişti. Meclis Başkanı Refik Koraltan’a göre de “6-7 Eylül hadiselerini komünistler çıkarmıştır.”
DP Milletvekili Mehmet Özbek, “Bu hareket mülkiyeti tahrip ve yağma hareketi olduğu için komünistlerin yaptığı ortadadır” diyordu.
Tesadüf ki, 6-7 Eylül günlerinde, CIA Başkanı Allen Dulles de İstanbul’daydı. Belki de öğrencilerinin bu ilk büyük tertibini bizzat yönetmek, görmek için oradaydı. Ona göre de “olaylar tamamıyla komünist taktiği usülüne uygun”du.
Aziz Nesinler, Kemal Tahirler Tutuklanıyor!
Polis, kendisine gösterilen bu hedef doğrultusunda Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz’un emriyle harekete geçti, “komünist tertibi” bahanesiyle önde gelen solcu aydınları tutukladı.
Devamını Mina Urgan’dan okuyalım: “Elli komünistin hemen tutuklanması emredildi… ancak kırk dört kişi tutuklandı. Aralarında anımsadığım kadarıyla Aziz Nesin, Nihat Sargın, Profesör Boratav’ın kardeşleri Dr. Müeyyet ile Dr. Can, Kemal Tahir, Tornacı Emin, İlhan Berktay, Hasan İzzettin Dinamo, Dede Ahmet, Dr. Hulusi (Dosdoğru) ve daha başkaları vardı. Bunlar aylarca Harbiye’de hapis kaldılar. Polis de bu adamların 6-7 Eylül olaylarıyla yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmadığını o kadar iyi biliyordu ki, değil mahkemeye vermek, çoğu alelusul sorguya bile çekilmemişti…” (Bir Dinazorun Anıları, s. 281)
Hükümet İstanbul, Ankara ve İzmir’de sıkıyönetim ilan etti.
Meclise getirilen araştırma istemi de çoğunluğun oyları ile reddedildi.
Gerçek!
Türkiye’de iktidar katliamın ve yağmanın suçunu komünistlerin üzerine atmaya çalışıyordu ama en azından olayları başlatan “kıvılcım”ın, yani atanın evinin bombalanmasının faillerinin ortaya çıkması çok uzun zaman almadı. Yunanistan’da yürütülen soruşturma sonucu, gerçek ortaya çıktı:
Atatürk’ün evini, Selanik Konsolosluğu’nda görevli Hasan Uçar ile Batı Trakya Türklerinden Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Oktay Engin bombalamıştı!
Atatürk’ün evini bombalayanlardan biri Konsolosluk görevlisiydi.
Diğeri ise MAH’ın (o zamanki MİT’in) hizmetindeki bir ajandı.
Belki, bunlar, bu işi “devletin bilgisi dışında yapmışlardır” diye düşünülebilirdi. Ama sonraki gelişmeler böyle düşünülemeyeceğini gösterdi.
DP iktidarı olayların patlayacağından haberdardı.
Yağma ve katliamdaki baş kışkırtıcılardan biri, “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti” adlı kuruluştu. Bu kuruluş, Menderes hükümetinin güdümündeydi. Cemiyetin Genel Sekreteri Kamil Önal, MAH mensubuydu. Olaylardan sonra bu cemiyet hakkında delil toplamak isteyen bir istihbarat elemanı tutuklandı.
Atatürk’ün evi bombalandı diye özel baskı yapıp, zaten şovenizmle doldurulmuş kitleleri kışkırtan Ekspres gazetesinin yazarı MAH’ın bir işbirlikçisiydi. Ekspres’teki haberi yapan gazetecinin adı DP’li Mithat Perin’di. Perin, 1962’de MAH Başkanı Fuat Doğu’ya yazdığı mektupta şöyle diyordu: “25 seneyi bulan gazetecilik hayatımda açık veya gizli hiçbir faaliyetten geri durmadığımı herkesten evvel servisin bildiği kanaatindeyim.”
Bu kontrgerilla operasyonunda görev alan tüm memurlar, daha sonraki yıllarda hızla yükseldiler. Mesela bizzat bombayı atan 21 yaşındaki Oktay Engin, bürokraside yükselerek Türkiye Cumhuriyeti’nde Nevşehir Valisi oldu.
Devlet bir provokasyonu daha başka nasıl üstlensin!
Bir itiraf!
Sabri Yirmibeşoğlu, orgeneral rütbesiyle ordudan emekli olmuş bir subaydır. Bütün subaylık yaşamı, kontrgerilla örgütlenmesi içinde geçmiştir.
Özel Harp Biriminde, Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevler almış, orgeneral rütbesine kadar yükselip Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapmıştır. İşte bu general, yıllar sonra gazeteci Fatih Güllapoğlu’yla yaptığı bir röportajda 6-7 Eylül Olayları’na ilişkin şunları açıklamıştır:
– Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele alırsak.
– Pardon paşam, pek anlayamadım. 6-7 Eylül olayları mı?
– Tabii… 6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. (Paşa bunları söylerken benden de soğuk terler boşandı) Sorarım size! Bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?
– E, evet paşam! (Fatih Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekat, s. 104)
Bu röportajın yayınlanmasından sonra da hiçbir soruşturma yapılmadı, dava açılmadı. Hiçbir savcı, emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nu karşısına çekip, “bu nasıl bir organizasyondur, ne için, kimin emriyle yaptınız…” sorularını sorma cesareti gösterememiştir.
Amaç hasıl olmuştur!
Şovenizm gidebileceği en uç noktalara kadar tırmandırılmış, azınlık halklar üzerinde terör estirilmiştir. Menderes hükümeti ve yeni yeni gelişmekte olan burjuvazinin istediği de zaten tam buydu.
Hükümet bu vesileyle sıkıyönetim ilan edip yeni baskı yasaları çıkarır ve sola yönelik tutuklamalar yaparken; burjuvazi de el koyacağı malların mutluluğu içindeydi.
İşbirlikçi burjuvazi, 6-7 Eylül yağma ve katliamı, Ermeni ve Rum tehciri ve varlık vergisi gibi şovenist politikalar sonucunda çok hızlı bir “sermaye birikimi” yaşadı. Bugün Türkiye’nin önde gelen iş adamlarından bazıları işte o günkü yağma sonucu bu hale gelmişlerdir. Yağma, katliam ve onbinlerce Rum’un, Ermeni’nin sürülmesiyle piyasanın “Türkleştirilmiş”, metropollerde yoğunlaşan ticaret burjuvazisi değerli gayrimenkullere el koymuş, Rum yurttaşların piyasada oluşturduğu boşluğu doldurmuştur. …
Aradan 45 yılı aşkın zaman geçti.
Bu yağma ve katliamla ilgili hiçbir görevli cezalandırılmadı. Katiller bulunmadı; çünkü araştırılmadı.
Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun itiraf ettiği gibi, katliam, özel harb’in, yani bizzat devletin “muhteşem” bir yağma ve katliam organizasyonu olarak tarihteki yerini aldı.
6-7 Eylül olaylarının bilançosu yıllarca tam olarak bilinemedi ve açıklanmadı.
Ama açıklandığı kadarı bile olayların boyutunu ortaya koymaya yeterdi: İki gün süren olaylarda, 3 kişi öldürüldü, 30 kişi yaralandı. Ölü sayısının yüzü aştığı da söylendi, ama bu bilgi resmileşemedi. Bunun dışında, saldırılarda, 73 kilise, 1 fabrika, 8 ayazma, 2 manastır, 3584’ü Rum vatandaşlara ait olmak üzere 5538 gayrı menkul yakılıp yıkıldı.
70.000 Rum yurttaş Türkiye’yi terketmek zorunda kaldı.
“Olaylar üç büyük ilde aynı saatlerde, hele İstanbul’da şehrin her yakasında aynı anlarda patlak verdi. … Rum mağazalarının vitrinlerinin camları kırıldı, mallar sokaklara atılıp parçalandı, yangınlar çıkartıldı…” (Türkiye’de Gençlik Hareketleri, S. 77)
“Daha önceden örgütlenmiş guruplar… Geçtikleri yerlerde evleri, mağazaları bayrak asmaya zorladılar, daha sonra da büyük talanı başlattılar. Emniyet güçleri… ve asker saat 22.00-2300 dolaylarında müdahale ettiği zaman Beyoğlu ve birçok yörede talan edilmedik azınlık işyeri kalmamıştı.” (Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, s. 51)
“… binlerce yıldır birlikte yaşadıkları Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşlara ait ev ve işyerlerini birkaç saat içinde yakıp yıktılar, yağma ettiler: Lebon, Markiz, Lion pastaneleri, Banco di Roma, Beyoğlu, Arnavutköy, Bebek, Beşiktaş, İstinye, Yeniköy semtlerini dolaşan öfke Adalar’a kadar ulaşmıştı. Göstericiler ‘Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır. Rumlar ittir, it kalacaktır’ diye slogan atıyorlardı.” (Soner Yalçın, Bay Pipo, s. 48)
1955’in 6 Eylül’ünde, MİT’in provokasyonuyla kışkırtılan milliyetçi, gerici güruh, yakıp yıkıyor, vuruyor kırıyordu. Ama bunun yanısıra yapılan bir şey daha vardı; korkunç bir yağma da sürüyordu. Üç beş değil, yüzlerce işyeri ve ev yağmalandı o iki günde. “Kafir’in malı helal” idi. Hırsızlık, böyle meşrulaştırılmıştı…
Mezarlara Saldırı, Tecavüz!
Bunun yanısıra yaptıkları bir şey daha vardı; mezarları tahrip ediyorlardı.
Ve bir şey daha vardı yaptıkları; tecavüz! O iki gün içinde azınlıklardan 200’e yakın kadına tecavüz edildi.
“Milli hislerle galeyana gelmiş” kalabalıkların yağmacılığını, hatta katliamcılığını, hatta tecavüzcülüğünü “hoşgörmek”, oligarşik devletin gelenekleri arasındadır. 6-7 Eylül bunun bir kanıtıdır.
6-7 Eylül’de mahkeme tutanaklarına göre,
4 bin 214 ev,
1004 işyeri,
ve çok sayıda kilise, okul, fabrika, otel olmak üzere,
5538 bina yakıldı, yıkıldı, yağmalandı.
Ölenlerin, yaralananların, yağmalananların sayısı hiçbir zaman kesin olarak açığa çıkmadı. Ama kesin olan; bu yağma ve katliamla 70.000 Rum, Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakıldı.
“Devlet İşi” Olduğu İçin!
Peki daha sonra ne oldu acaba dersiniz? Yani bu kadar ev, işyeri yakılıp yıkıldıktan, din adamları diri diri yakıldıktan, yüzlerce kadına tecavüz edildikten, tam bir yağma yapıldıktan sonra ne oldu? Bu kadar suçtan kaç kişi yargılandı, kaç kişi kaç yıl ceza aldı? Yukarıdaki tabloya bakıldığında, doğal olarak yüzlerce kişi yargılanıp ceza almış olmalı diye düşünülür. Ama öyle olmadı.
Provokasyon ve komploda uzman olan oligarşik devlet, 6-7 Eylül’deki ırkçı yağma ve katliamın “komünist kışkırtma” işi olduğunu iddia edip, dönemin sosyalist aydınlarını tutukladı. (Oysa, yıllar sonra bizzat Özel Harp Dairesi’nde görevli subaylardan Sabri Yirmibeşoğlu’nun itiraf edeceği gibi, 6-7 Eylül katliamına gerekçe yapılan olay, yani “Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalanması MİT, olayın tüm diğer kışkırtma, yağma, talan bölümü de Özel Harp Dairesi tarafından örgütlenmişti.)
Velhasıl, yağma ve katliam, zaten “devlet işi” olduğu için, yağmacılara, provokatörlere, ırkçı katillere, ırz düşmanlarına dokunulmadı.
Yağmanın Büyüğünü Burjuvalar Yaptı!
Dahası, aldatılmış, kışkırtılmış yoksul kitlelerin yağmacılığı bir mağazadan alınan üç metre bezdir; oysa 6-7 Eylül’ün ardından burjuvazi, ülkemizden zorla kovulan onbinlerce gayri-müslimin mallarına tapusuyla birlikte el koymuştur.
Bugün ülkemizin anlı şanlı “işadamları” olarak ortada dolaşanların birçoğunun zenginliğinin kaynağı işte o günlerdeki büyük ve vahşi yağmadır. Asıl ve büyük yağmacı, sömürücü egemen sınıflar olduğu için, yağmanın bu boyutuna karşı da hiçbir dava açılmamış, tam tersine, bu yağma devlet tarafından resmileştirilmiştir.
Ordu ve Polis Yağmanın Gözcüsü!
Irkçı, faşist terörün estiği, YAĞMANIN sürdüğü günler boyunca, devletin polisi, jandarması neredeydi diye sormayın. Maraş’ta bütün bir şehir, büyük bir katliam meydanına dönüştürülmüşken veya Sivas’ta insanlar diri diri yakılırken, neredeyse, yine oradaydılar.
Polis ve jandarmanın olan biteni seyretmesi de bu ülkede bir “devlet geleneği”nin bir parçasıdır. Devletin politikalarına denk düşen hiçbir katliam, yağma, linç, devletin polisi, jandarması tarafından önlenmez.
6-7 Eylül’de de, o vahşi yağma ve katliam sürerken, orduya “zor kullanmama” emri verilmişti zaten; polisin ise yağmacı güruha yardımcı olduğu, daha sonra devletin resmi belgelerine de geçecekti.
Bu yüzden, hiç kimse, bu vahşetlerin bir daha yaşanmaması için, devletin polisine jandarmasına güvenemez. Güvenmemeli de. 6-7 Eylül, büyük bir vahşetti; ancak milliyetçilik ve şovenizm temelinde kışkırtılan kitlelerin, kısa sürede böyle “insanlıktan çıkmalarının” ilk örneği değildi. Tam tersine, milliyetçi şovenist temeldeki çatışmaların birçoğunda yaşanıyor bu sahneler. Milliyetçi çatışmalar, birçok yerde, hiçbir kuralın geçerli olmadığı bir vahşete dönüşmüştür. Balkanlar, bunun en yakın örneğidir.
Dememiz odur ki, 6-7 Eylül, Sivas, bu ülkede yaşandı.
Linçler, bu ülkede yaşandı.
Beyni ırkçı ideolojiyle şekillendirilmiş, şovenizmle kışkırtılmış kitleler, şu veya bu kesimin düşman olduğuna kolay inanır ve aynı hızla, o düşmana karşı vahşileşir. Düşman, dün Rum’du, Ermeni’ydi, bugün Kürt olur, komünist olur…
Anadolu topraklarında binyıllardır yaşayan halklar, birer birer bu toprakları terketmek zorunda bırakıldılar…
(Vatan dergisinin 35. sayısında yayınlanan “Bir Devlet Politikası – KATLİAMLAR” yazı dizisinden alınmıştır)