12 EYLÜL ÖNCESİ DÜNYADAKİ DURUM
2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra yaklaşık 20 yıl kadar soluklanan emperyalizm, 1960’lı yılların sonlarına doğru derinleşmeye başlayan yeni bir kriz dönemine giriyordu. Emperyalizmin doğasından kaynaklanan ve aslında sürekli olan bu kriz, ‘79-’80’li yıllarda petrolün varil fiyatının 40 doları aşmasıyla daha da derinleşmişti. Bu dönemde ABD, Japon emperyalizmi karşısında gerilemeye başlamış ve gün geçtikçe pazarlarını kaybetmektedir. Gün geçtikçe güçlenen Japon emperyalizmine karşı ABD, Avrupalı emperyalistlerle arasındaki çelişkiler nedeniyle bunlarla da birlikte hareket edememektedir.
‘70’li yıllar, dünyadaki dengelerin ABD aleyhine değiştiği yıllar olmuştu. Orta Amerika, Asya, Afrika ve Ortadoğu’da ezilen halkların yükselen sınıfsal ve ulusal kurtuluş mücadeleleri ve kazanılan zaferler ABD emperyalizminin suratında ard arda patlayan tokatlardı. Nikaragua’daki devrimle işbirlikçi-faşist Somoza yıkılmış, İran’da faşist şah rejimi yıkılarak yerine anti-emperyalist bir yönetim gelmişti. Filistin halkının haklı mücadelesi tüm dünya kamuoyu nezdinde meşrulaşmış, Arap ülkeleri emperyalizme karşı tavır almıştı. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesi karşısında ise eli kolu bağlı olan ABD, sesini çıkaramamaktaydı.
Özellikle İran’da gerçekleşen devrim ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını tehlikeye sokmuştu. ABD, Japonya ve diğer emperyalist ülkelerin petrol ihtiyaçlarının büyük bir bölümünün karşılandığı Ortadoğu, aynı zamanda coğrafi konumu ve sürekli hareketli bir bölge olması nedeniyle emperyalistler için stratejik öneme sahipti. ABD kendisi için böylesine önemli olan Ortadoğu üzerindeki sömürüsünü İsrail, Mısır ve İran’daki kukla yönetimler aracılığıyla sürdürmekteydi.
Ortadoğu’daki en son gelişmeler; İran devrimi, Sovyetler’in Afganistan’a müdahalesi, Filistin’de yükselen mücadele ve Arap ülkelerinin emperyalizme tavır alışları ABD’yi Ortadoğu’da bir çıkmaza sokmuştu. Bundan kurtulmak için ilk önce İran’daki devrimle birlikte bozulan Mısır-İsrail-İran üçgeninde, İran’ın yerini doldurabilecek bir ülkeye ihtiyacı vardı. En kısa zamanda bu üçgeni tamamlayamazsa Ortadoğu’da ipin ucunu kaçıracaktı. Böylesi bir tehlike, zaten diğer emperyalistler karşısında bir gerileyiş içinde olan ABD için tam bir kabus demekti.
ÜLKEMİZDEKİ DURUM
Emperyalizm ve oligarşinin çıkarları doğrultusunda uygulamalarıyla Ecevit, 1979 yılı ortasına gelindiğinde artık iyice yıpranmıştı. Ecevit, halka karşı olan bu uygulamaları, ardına gizlendiği demokrasi maskesi altında yürütüyordu. Fakat yaşanan kriz öylesine derindi ki işbirlikçi burjuvazinin bu “demokrasi maskesi”ne bile tahammülü yoktu. O günkü tabloyu, tekelci burjuvazinin temsilcilerinden Nejat Eczacıbaşı’nın söylediği “Demokrasi kurban edilmeliydi” sözleri bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyordu aslında. Ecevit, egemenler için elinden geleni yapmıştı. Bundan sonrası için ne gücü ne de becerisi vardı. ‘79 genel seçimlerini bahane ederek kaçtı.
Ecevit’in çıkış yolu olarak gösterdiği AP-CHP koalisyonuna Demirel yanaşmadı. “Demokrat” Ecevit tarafından “devleti ve demokrasiyi” kurtarmak için faşist Demirel’e uzatılan el boşta kalmıştı.
Yaşanan ekonomik ve siyasal krizin geldiği nokta, IMF ve işbirlikçi burjuvaziyi çileden çıkarmıştı. 1979-’80’de üretim neredeyse tamamen durmuş, dış borç ödenemez hale gelmiş ve enflasyon almış başını gitmektedir. Yoklukların hüküm sürdüğü, kuyrukların alabildiğine uzadığı bu dönemde iş başına gelen AP azınlık hükümetinin ilk işi 24 Ocak Kararları’nı çıkarmak oldu.
24 Ocak Kararları şimdiye kadar uygulanan IMF reçetelerinin en kapsamlısıydı. Emperyalizmin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin halklarımızı daha fazla sömürebilmek için alt alta sıraladıkları isteklerden oluşuyordu.
24 Ocak Kararları, ücretlerin dondurulması ve giderek de düşürülmesi, yatırımların azalması, eğitim, sağlık gibi hizmetlere ayrılan paraların azaltılması, yüksek oranda zamların yapılması, sürekli devalüasyon ile ülke üretiminin ucuza dışarıya satılması, yüksek faizle halkın elindeki son kuruşunun da elinden alınması demekti. Bu kararlar, açıkça ülkemizin, emperyalistlerin açık bir pazarı haline getirilmesi, sömürü ve soygunun pervasızca arttırılmasından başka bir şey değildi.
Ne var ki tek başına 24 Ocak Kararları’nın alınması egemenler cephesinde pek bir şeyi değiştirmiyordu. Asıl sorun alınan bu kararların hayata geçirilebilmesiydi. Oligarşi için bu hiç de kolay değildi. Anti-faşist mücadelenin yükselmiş olması, güçlü bir devrimci hareketin varlığı ve halkın geniş kesimlerinin devrimcilerin saflarında yer alması bu kararların nasıl uygulamaya geçirileceği konusunda AP azınlık hükümetini kara kara düşündürüyordu.
Halkın yükselen muhalefeti karşısında devlet, çaresizlik içindeydi. Faşist terör gemi azıya almış, azgın saldırılarına devam ediyordu. Devlet, sivil faşist çetelerin yanında resmi güçlerini de halkın üzerine salmıştı. Sıkı-yönetim uygulamaları içinde katliamlar, işkenceler olanca hızıyla devam ediyordu. Ama bütün bu faşist uygulamalar halkın yükselen mücadelesini engelleyemiyor, politik kriz gittikçe derinleşiyordu.
Devlet her gün biraz daha güç kaybediyor, etkisizleşiyordu. Devlet güçlendirilmeliydi, etkili kılınmalıydı. Fakat mevcut parlamento bu işin altından kalkabilecek güçte ve nitelikte değildi. Bu durumda Demirel’in planı şuydu;
İlk önce devletin askerini, polisini güçlendiren yasal düzenlemeleri yapacak, gerekli olan ihtiyaçlarını karşılayacak ve daha sonra da devrimcilere ve halka yönelik şimdiye kadar olandan çok daha boyutlu saldırılar gerçekleştirecekti. Faşizmin hüküm sürdüğü, silahların gölgesi altında yapılacak seçimlerle parlamentoyu tek başına veya faşist MHP ile birlikte ele geçirecekti. Bu yolla kurumlaştırılacak olan faşist parlamento aracılığıyla açık faşizmi getirecekti. Yoksa 24 Ocak Kararları’nı hayata geçirmesi yalnızca bir hayal olarak kalırdı.
Demirel bu saldırı planının hazırlıklarına başladı. Bazı yasal değişikliklerle, polisin yetkilerini arttırıyor, vali ve kaymakamlıklara istedikleri an asker kullanma yetkisi veriyor, izinsiz gösteri yapanların cezaları artırılıyor ve dernekleri denetim altına alarak devrimci derneklerin kapatılması sağlanıyordu. Fakat yapılan bu yasal düzenlemeler Demirel’e yetmiyordu. O daha fazla şiddet, baskı, katliam… istiyordu. “Bu anayasayla bu memleket yönetilemez, değiştirilmelidir” diyerek faşist bir anayasa istediğini açıkça söylüyordu. Böyle bir anayasa ise ancak tamamen faşist bir parlamento ile mümkündü. Bu nedenle Demirel, erken seçim isteyerek Meclisi Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitledi. Cumhurbaşkanı seçtirmemek için her türlü ayak oyunlarına başvurdu. Demirel’in bu planı içerisinde faşist MHP de “vurucu güç” olarak yerini alıyordu.
Demirel koltuğuna oturalı henüz 35 gün geçmişti ki ordunun faşist generalleri hükümete bir muhtıra verdiler. Bu muhtıra ile Demirel’e verilen mesaj; “Ya sınıf mücadelesini durdurup istikrarı sağlarsın ya da ben gelir, sağlarım”dı. Bu muhtıra, açık faşizm hesabını yalnızca Demirel’in yapmadığını, ordunun da böyle bir planı olduğunu ortaya koyuyordu.
Yapacakları faşist darbenin meşruluğu için ordu, uygun anı kolluyordu.
Verilen muhtıra ordunun iktidara aday olduğunu açıklamaktan başka bir şey değildi. Bundan sonrası yalnızca zamanlama sorunuydu. Bir de ABD’den onay almak gerekiyordu tabi. Demirel’le ordunun arasında seçim yapacak, son sözü söyleyecek olan ABD emperyalizmiydi.
FAŞİST TERÖRE KARŞI DEVRİMCİ MÜCADELE
Demirel hiç vakit kaybetmeden devletin faşist güçlerini halkın üzerine saldı. O zamana kadar sivil faşist terörü destekler tarzdaki devlet terörü bu dönemde sivil faşist terörle iyice bütünleşmiş ve devlet terörü sivil faşist terörün önüne geçmişti. Bu yeni sürece ilişkin, sürdürdüğü dişe diş mücadelesi ile gündemi belirleyen Devrimci Sol şöyle diyordu:
“… Türkiye’de var olan sivil faşist teröre resmi devlet terörü eklenerek hatta sivil faşist terörün yerini alarak pervasızca emekçi halklara karşı savaş açmış durumda.
(…)
Faşist terörün amacı bugün biraz daha nitelik kazanmış durumdadır. Bitmek tükenmek bilmeyen tutuklama, katliam, işkence ve aramalarla, halkın sindirilmesi ve faşist demagoji altına sokulmasıdır. İşte, bu amaçla AP faşist Hükümeti en hızlı bir biçimde tüm bürokrat kademelerini yenilemiş ve planlı faşist devlet terörü ile saldırıya geçmiştir.
… Faşist terörün bu amacını etkisizleştirmenin temel yolu devrimci şiddetin yalnızca sivil faşistlere karşı yönelik olmasından çıkarılıp ağırlıkta faşist devlet güçlerine, işkenceciler ve muhbirlere, çalışma alanlarının mevcut özel durumlarına göre de bölgelerin sivil faşistlerine saldırılmalı ve faşist terörün nispi olarak kazandığı moral güçlülüğü ve halk üzerindeki sindirme -korku- güçlü devlet’, ‘devrimci hareketler ezilecek’ imajı kaldırılmalıdır.
Böylesi bir ortamda devrimci şiddetin temel taktiği bu olmalıdır. Faşist devlet terörünü etkisizleştirmek, kitle pasifikasyonunu önlemek için devlet terörüne karşı, devrimci şiddet olmalıdır.” (83)
Faşizmin planını açığa çıkaran Devrimci Sol bu süreçte bu planı bozmak için vuracağı hedefleri belirlemişti. Hiç zaman kaybetmeden belirlediği hedeflere yöneldi. Bu çerçevede işkence yuvaları olan polis karakolları basıldı ve tahrip edildi, işkenceci faşist polisler cezalandırıldı. Kırsal alanda yoksul köylülere yapılan baskı ve işkencelerin sorumlusu jandarmaların karakolları basıldı. Devrimci Sol bu süreçte kampanya faaliyetleri içinde kitlesel gösteriler yaptı, örgütlülüğünü hızla güçlendirmeye çalıştı.
Geniş halk kitlelerinin başta “can güvenliği” talebi olmak üzere her türlü ekonomik-demokratik talebine sahip çıkan Devrimci Sol, halk kitlelerinin mücadelesini iktidar perspektifi ile ele aldı. Halk kitlelerinin can güvenliğini tehdit eden faşist teröre karşı aktif bir anti-faşist mücadele sürdürdü. Verilen bu aktif mücadele sayesindedir ki, ‘78’de yapılan ve ‘70’li yılların en kitlesel katliamı olan Maraş katliamı benzeri bir katliam daha gerçekleştirilememiştir.
Devrimci Sol’un eylemleri karşısında paniğe kapılan statükocu sol “açık faşizm gelir” yaygarasıyla, dört elle provokasyon teorisine sarıldı. Statükocu sola göre devlete yönelen devrimci şiddet, sivil faşistlerin işine yarıyordu, çünkü devlet faşist değildi. Hatta bazıları daha da ileri gidiyor ve Ecevit’in “devleti ve demokrasiyi kurtarma” adına önerdiği AP-CHP koalisyonunu destekliyordu Halka güvensiz “sol”un gözleri kör olmuştu adeta. Halkı parlamenter faşizm ile açık faşizm arasında tercih yapmaya zorluyordu. İcazetçi solun bu uzlaşmacı taktiği devrimci mücadeleyi zaafa uğratıyor, zarar veriyordu. Devrimci Sol’a göre devrimcilerin yapması gereken “parlamenter faşizm” ile “açık faşizm” arasında bir tercih yapmak değil, esas olarak faşizme karşı mücadeleyi yükselterek faşist saldırıları geri püskürtmek ve oligarşinin planını bozmak olmalıydı.
Devrimci Sol bu dönemde yaptığı çağrılarla diğer solu küçük hesapları bir tarafa bırakarak birlikte faşizme karşı mücadele etmeye çağırıyordu. Ne yazık ki sola yapılan bu çağrılar cevapsız kaldı.
Onbinlerce işçinin grevde, yüzbinlercesinin ise grevin eşiğinde olduğu bu dönemde Devrimci Sol ve bazı yurtsever grupların, diğer solun olumsuz tavırlarına rağmen işçi sınıfının Tariş, Gültepe (İzmir), Çukobirlik, Antbirlik, Yeni Çeltek, Adana Sabancı Holding’e bağlı iş yerlerinde aktif direnişler ve diğer halk kesimlerinin cesur direnişleriyle, Demirel’in faşist planları işlemez hale getirilmiştir.
SON SÖZ ABD’NİN
Ortadoğu’da ABD yanlısı İran Şahı devrilmiş, Sovyetler Birliği Afganistan’a müdahale etmiş, Ortadoğu adeta kaynayan kazan görünümündedir. Ortadoğu’da çıkarları tehlikeye giren ABD’nin bu bölgede dağılan Mısır-İsrail-İran üçgenini yeniden oluşturmak için İran’ın boşluğunu dolduracak bir ülkeye ihtiyacı vardır. Türkiye, Ortadoğu’ya yakın olması, Müslüman olması, NATO içinde ABD’den sonra en büyük orduya sahip olması ve ABD ile bağımlılık ilişkileri dikkate alındığında bu görev için iyi bir adaydır.
Fakat Türkiye’de sürmekte olan halk kurtuluş savaşı, emperyalizm ve oligarşiyi tehdit eder hale gelmişti. Halk muhalefetinin böylesine yükseldiği Türkiye’nin, ABD’nin Ortadoğu’da kendisine vereceği görevi yerine getirmesi mümkün değildi. Bu görevi yerine getirebilmesi için öncelikle halkın mücadelesi bastırılmalıydı. Siyasi ve ekonomik istikrarın bir an önce sağlanması gerekiyordu. IMF’nin dayattığı ve asıl olarak emperyalizm ile tekelci burjuvazinin çıkarlarını gözeten 24 Ocak Kararları bu dönemde alındı. Bu programın uygulanabilmesi ise ancak daha fazla baskı, terör ve katliam ile mümkündü. Bu politikaları Demirel’in mi yoksa ordunun faşist generallerinin mi uygulayacağına ABD karar verecekti.
CIA’nın Türkiye uzmanları, Demirel’in faşist MHP’yi de içine alan planını riskli buluyordu. Halkın MHP’ye duyduğu tepki hiç beklenmedik sonuçlara yol açabilirdi. Hem sonra “demokratik saçmalıklarla” kaybedilecek vakit olmadığı gibi bu işin maliyeti de düşük olmalıydı. İşte bütün bunları değerlendiren ABD, faşist generallerle bu işi yürütmenin daha karlı ve kısa sürede olacağına karar verdiler.
12 EYLÜL FAŞİST CUNTASI
12 Eylül 1980 günü saat 04.00’ten itibaren Türkiye için artık kapkara bir dönem başlıyordu. Ordunun faşist generalleri darbe yapmış, baskı, katliam ve işkenceyle adı anılacak olan 12 Eylül faşist cuntası ülke yönetimini ele geçirmişti.
ABD Dışişleri Bakanı, Başkan Carter’a, “Sayın Başkan, Türk ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimlerin müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti.” diyerek 12 Eylül faşist cuntasının işbaşına geldiğini haber veriyordu.
Faşist cunta geldiği ilk andan itibaren halka karşı görülmedik, dizginsiz bir saldırı başlattı. Ülke yabancı bir ordunun işgali altındaymış gibi bir görüntü vardı. Caddeler, sokaklar tanklarla çevrilmiş, her taraf asker kaynıyordu. İşkence tezgahları tam kapasite çalışmaya başlamıştı. Bir avuç sömürücü asalak dışında tüm halk kesimlerinden yüzbinlerce insan bir anda faşist terörle karşı karşıya kaldı. Binlerce insan işkencede, sokak ortasında, dağlarda katledildiler, yüzbinlercesi işkencehanelerden geçirildi, onbinlercesi hapishanelere dolduruldu. Siyasi partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve derneklerin kapılarına mühür vurularak faaliyetleri durduruldu.
Toplu sözleşme ve grev hakkı işçilerin elinden alındı. Onbinlerce işçi “sakıncalı” denilerek işten atıldı. İşçilerin yalnızca Amerikancı Türk-İş içinde örgütlenmesine izin verilirken, DİSK’le birlikte birçok ilerici, devrimci, yurtsever sendika kapatıldı, sendika yöneticileri işkencelerden geçirilerek tutuklandılar. Baskı ve terör işçileri sindirmenin temel araçlarıydı.
Memurlar üzerindeki baskı ve terör işçilerden farklı değildir. Ücretleri dondurulan memurların bir kısmı “sakıncalı” görülerek işten atılır. Binlerce memur işkencelerden geçirilerek hapishanelere doldurulur.
Sivil faşist saldırıların oldukça yoğun olduğu, özellikle de Karadeniz ve Türkiye Kürdistanı’nda can güvenliklerini sağlamak için silahlanmış köylüler üzerinde terör estirilir. Binlerce köy, jandarma tarafından basılarak kadın, erkek, çocuk, yaşlı demeden falakalardan geçirilir, kadınlara, kızlara en ahlaksız davranışlarda bulunulur. Devrimcilere yataklık ettikleri iddiasıyla binlerce köylü tutuklanır. Kürdistan ve Karadeniz’de tutuklama kampları oluşturulur.
Öğrenciler, aydınlar ise 12 Eylül faşist cuntasının baskı ve teröründen en fazla pay alanlardandır.
Faşist cuntanın ilk andan itibaren kimler tarafından planlandığı, kimlere hizmet ettiği aslında çok açık olarak görülüyordu. Buna rağmen faşist cunta birtakım manevralarla, yalan ve demagoji ile bazı kesimlere rengini belli etmemeye çalışıyordu.
Aslında cuntanın neler yapmaya çalıştığını, nasıl hareket ettiğini, attığı adımlarla neyi amaçladığını, Reagan’ın danışmanı olan Ortadoğu ve geri bıraktırılmış ülkeler uzmanı Edward Luttwak, yazdığı “Hükümet Darbesi” adlı kitabında itiraf ediyordu.
“Amacımız sistem içinde siyasal gücü elde etmek olduğuna göre biz, devrimin yok etmek istediği statükocu güçlere dayanmak zorundayız. Şayet onların bir bölümüne biz de karşıysak, onlarla hesaplaşmayı sonraya bırakacağız. Stratejimizin iki ana ilkesi olmalıdır. Birincisi, hızla hareket etmeliyiz. İkincisi bize karşı çıkması olası güçleri pasifize etmek için siyasal rengimizi belli etmemeliyiz. Gücümüzü oluşturacak kişileri elde etmek için genellikle tek kaynak vardır; gerçi ‘Kanun ve Nizam’ koruyucusu olarak ortaya çıkan partilere bağlı silahlı örgütlerden yararlanmak düşünülebilir ama bu para ve eylem özgürlüğü gerektirir ki, yasal güçleri kullanmak daha kolaydır. “
Cuntacı faşist generaller ABD’li efendilerinden gördükleri dersleri iyi bellemişlerdir.
Cunta kendine tarafsızmış, sağa da sola da karşıymış havası verebilmek için göstermelik olarak faşist MHP’yi kapatmıştı. MHP’nin iyice teşhir olduğunu, geniş halk kesimlerinin faşist MHP’nin gerçek niteliğini bilmesi ve tepkisinin olmasını hesaba katarak MHP’nin kapısına kilit vuran cunta, MHP’lileri devlet yönetimindeki kilit noktalara getirdi.
Kendisine Atatürkçü, Kemalist diyerek, Kemalist kesimlerin tepkilerini nötralize etmeye çalışan faşist generaller bu kesimlerin faşist cunta karşısında sessiz kalmalarını planlıyordu. Oysa Kurtuluş Savaşı’na önderlik etmiş olan Kemalistler’in emperyalizme karşı tavır alışlarının zerresi yoktu bunlarda. Tamamen ABD emperyalizminden emir ve talimat almaktaydılar.
Halkın can güvenliği talebine demagojik bir şekilde yaklaşan cunta, sanki bir gün öncesine kadar halkın can güvenliğini tehdit edenler asker, polis- sivil faşistler değilmiş gibi halkın can güvenliğini yeniden bunlara teslim etti.
12 EYLÜL VE SOL’UN DURUMU
ABD emperyalizmi ve işbirlikçi tekellerin istekleri doğrultusunda yönetimi ele geçiren faşist generaller, 12 Eylül’de halka karşı topyekün bir savaş başlattılar. Yaşanan bu açık faşizm dönemi, sınıfsal ve ulusal kurtuluş mücadelesi veren herkes için tam anlamıyla bir sınav dönemiydi. Halka karşı açılan bu savaşta alınacak tavır, izlenecek mücadele hattı kimin ne olduğunu, mücadeledeki yerini çok açık bir şekilde ortaya koyacaktı.
Cunta faşist karakterini gizleyerek, tarafsız görünerek yürüttüğü baskı ve şiddet politikalarıyla devrimcileri teslim almak, halkı sindirmek istiyordu. Ancak böylelikle emperyalizmin ve oligarşinin isteklerini yerine getirebilir ve bunu sürekli kılabilecek faşist kurumlaşmalarını oluşturabilirdi. Cuntanın planı buydu.
Devrimci Sol, cuntanın bu planını görerek kendi mücadele biçimini ve taktiklerini belirledi. Faşist cuntanın bu planını bozmak için öncelikle onun emperyalizme ve oligarşiye hizmet eden, faşist yüzünü açığa çıkarmak ve halk kitlelerinin sindirilmesinin önüne geçmek gerekiyordu. Bunun için yürütülecek mücadele ise temel olarak silahlı mücadele olacaktı. Devrimci Sol, 12 Eylül’ün ilk günlerinden itibaren, tereddütsüz faşist cuntaya karşı bu temelde mücadeleye girişti. Daha baştan oldukça ağır darbeler almasına rağmen, mevcut örgütlülükleri ve gücü oranında mücadelesine devam etti.
Daha düne kadar “devrim” diyen, “sosyalizm” diyen oportünist, reformist, geleneksel soldan birkaç istisna dışında kimseden “çıt” çıkmamaktaydı. Ülkemiz gerçekliğini kavrayamamış, 12 Eylül gibi açık faşizm koşullarına gerek ideolojik gerekse örgütsel olarak kendini hazırlamamış olan sol, tam bir panik ve kaçış yaşamaktadır. Sol, bu tavrıyla faşist cuntanın ekmeğine yağ sürmüş, cuntanın işkence ve terörüyle bir başına ortada kalan halk kitlelerinin gözünde değerini yitirmiştir. Halk kitlelerinin böylesine çok çabuk sindirilmesinin asıl nedeni solun 12 Eylül’le birlikte derin bir sessizliğe gömülmesiydi.
Bir kısım sol, cuntanın ayak seslerini duyar duymaz 12 Eylül’den önce “geri çekilme taktiği” diyerek soluğu yurtdışında alırken, bir kısmı da 12 Eylül’le birlikte mücadeleyi tatil ediyordu. Sol bu tavrına ideolojik kılıf da buldu: “Devrim dalgası düşmüştü”. Bu durumda “ricat” devrimci bir taktikti. Sol bu tespitiyle 1905’ler Rusyası ile ülkemizin koşullarını bir tutuyordu. O zamana kadar silahlı mücadeleyi savunan yapıların da tavrı diğerlerinden farklı olmadı.
Solda yaşanan bozgun ve kaçış ilk elden cuntanın psikolojik üstünlüğü ele geçirmesine neden oldu. Baskı ve şiddetini ilk önce silahlı örgütlere ve daha sonra giderek silahsız örgütler, aydınlar, demokratlar üzerinde yoğunlaştıran cunta, halk kitlelerini pasifize etmeyi başardı. O güne kadar sola güvenen, destekleyen, mücadele içinde yer alan halk kitleleri solun mücadeleyi terk etmesiyle ne yapacağını şaşırmıştı. Mücadele etmek isteyenler, örgütsüz ve bazı olanaklardan yoksun tek tek veya gruplar halinde dağlarda, şehirlerde yakalanıyorlardı. Halkta, sola karşı bir güvensizlik ve değer yitimi gelişmişti.
Kısacası sol, 12 Eylül’ün çetin koşullarında geçtiği sınavlardan başarıyla çıkamamıştır. Yaşanan dağınıklık ve kaçış sonucu cuntanın gerçek niteliği halk kitlelerine yeterince gösterilememiş, cuntanın demagoji ve terörünün etkisiyle, halk kitlelerinin sindirilmesi engellenememiştir. Cunta bu yanıyla planını rahatça uygulama şansı bulmuştur.
12 Eylül’le bozguna uğrayarak mücadele arenasından çekilen solun yaşadığı yalnızca örgütsel bir dağınıklık ve bozgun değildir. Yıllar geçtikten sonra çok daha net olarak görülecektir ki sol, asıl olarak yenilgiyi ideolojik anlamda yaşamıştır. Bu sürede daha önce iflas etmiş olan teorilere, burjuva demokrasiciliği, bireycilik, sivil toplumculuk vb. söylemlere sarılarak burjuvazinin ideolojik saldırıları karşısında yenik düşmüş, tam bir ideolojik çöküş yaşamıştır. Bu yapılar zamanla sınıf mücadelesi içinde varlıklarını koruyamamış ve silinip gitmişlerdir.
12 Eylül’den sonraki süreçte dışarıda ve hapishanelerde, her koşulda örgütlülüğü ve gücü oranında mücadeleye devam eden Devrimci Sol, direnişleriyle cuntanın “teslim aldık”, “yok ettik” demagojilerini boşa çıkarmış, onun terörist ve faşist yüzünün açığa çıkmasını sağlamıştır. Devrimci Sol yürüttüğü mücadele ile belki cuntanın programını bozamamış ama örgütsel varlığı ve faaliyetlerini sürdürerek, hiçbir koşulda yok edilemeyeceğini kanıtlamış, halk kitleleri için direnme azmi ve moral kaynağı olmuştur.
DEVRİMCİ SOL’UN FAŞİST CUNTAYA KARŞI MÜCADELESİ
Amerikancı faşist cuntanın dizginsiz terörü devrimcilere ve halka karşı yöneliyor, sınıf mücadelesi kanla bastırılmak isteniyordu. Cunta karşısında solun hiçbir direniş göstermeden ortadan kaybolması daha ilk andan itibaren cuntayı rahatlatmış ve daha da pervasızlaşmasını sağlamıştı. Halk, 12 Eylül öncesinde “mangalda kül bırakmayan” solun bu iki yüzlü tavrı karşısında moral yitimine uğramıştı. Bu durumun, halk kitlelerinin cuntanın ideolojik etkisi altına girmesinde önemli bir rol oynayacağı çok açıktı. Devrimci Sol bu koşullarda halka ve devrime duyduğu sorumluluk gereği cuntaya karşı savaşı yükseltme kararı aldı.
DHKP Genel Sekreteri Dursun Karataş, Devrimci Sol’un neden böyle bir karar aldığını şöyle anlatıyor:
“12 Eylül, ilk darbesini psikolojik üstünlüğü ele geçirerek vurmuş, bozgunu yaratmayı başarmıştı. Bu durumda biz ne yapacaktık? Örgütsel olarak, donanım olarak birçok konuda eksiktik. Ama tüm bunlara rağmen savaşı savaş içerisinde geliştirmek ve öğrenmek, açık faşizmin baskı ve terörle halkımızı teslim almasına izin vermemek, en azından bir direniş tarihi yazmak zorundaydık.
12 Eylül faşizmine karşı savaşacağımızı, ülkemizi ve halkımızı terk etmeyeceğimizi, daha 12 Eylül’ün ilk günlerinde Türkiye ve dünya kamuoyuna açıkladık. Dost ve düşmanlarımızı yeniden tasnif ederek, faşizme karşı mücadelede düşman cephesini daraltmaya, demokratik anti-faşist cepheyi genişletmeye çalıştık. Cuntaya karşı savaşmak isteyen, kendisine devrimci, sol, yurtsever, demokrat diyen herkese savaş çağrısı yaparak, eylem ve güç birlikleri önerisinde bulunduk. Düşman hedefi oldukça daralmış olup, açık faşizmle, yani cuntayla sınırlanmıştı. Hiçbir koşul dayatmadan TKP reformistlerinden Devrimci Yol’a kadar herkese seslenmeye çalıştık. Ama olumlu veya olumsuz hiçbir cevap alamıyorduk.” (84)
Devrimci Sol bir ateş çemberinden geçiyordu. Henüz DY tasfiyeciliğinden koparak siyasi arenada kendisini ifade etmeye başlayalı iki yıl bile geçmemişken, 12 Eylül’ün açık faşizm koşullarında düşmanın savaş ilanını tereddütsüz kabul etmiş, düşman karşısında yalnız başına kalmıştı. Devrimci Sol, her ne kadar 12 Eylül öncesinden, yaklaşan faşist cuntayı görmüş ve örgütlülüğünü açık faşizm koşullarına hazırlıklı hale getirmeye çalışmışsa da o günkü mücadelenin, örgütlülüğün, kadroların vb. faktörlerin özgünlüğünden dolayı yeterince hızlı davranamamış ve hazırlıklarını tamamlayamamıştı. Bütün bunlara rağmen savaş yükseltilecekti. Savaşı savaş içerisinde öğrenecek olan Devrimci Sol, bu geleneği THKP-C’den devralmıştı. Ve yine biliyordu ki, Devrimci Sol, “Savaşta en ufak bir tereddüt durağanlığı, durağanlık paniği, panik kaçışı” getirecekti.
DEVRİMCİ SOL’UN FAŞİST CUNTAYA CEVABI:
“AMERİKANCI FAŞİST CUNTA 45 MİLYON HALKI YENEMEYECEK”
Devrimci Sol, 12 Eylül’ün hemen ertesinde “Amerikancı Faşist Cunta 45 Milyon Halkı Yenemeyecek” başlıklı bir bildiri yayınlayarak, 12 Eylül’ün gerçek yüzünü açığa çıkarmak ve Türkiye halklarını cuntaya karşı mücadeleye katmak için bir kampanya başlattı. Tarihsel önemdeki bu belgeyi bütünüyle buraya koymakta yarar olduğunu düşünüyoruz.
“Amerikancı Faşist Cunta 45 Milyon Halkı Yenemeyecek;
12 Eylül 1980 günü Amerikan emperyalizmine, NATO generallerinin emir kumandasında ve TÜRKİYE’yi gizli işgal altında tutan bağımlı TÜRK Ordusu mevcut göstermelik parlamenter “demokrasiyi” ortadan kaldırarak Türkiye’ye cunta idaresini, yani açık faşizmi getirdi.
Amerikancı cunta neden geldi, ne yapacak? Sorularını cevaplayarak ülkemizdeki mevcut durumu tahlil etmeye çalışalım.
Artık yeni bir dönem başlamaktadır. Aslında bu dönem, bizim açımızdan ve de Mahir Çayan’ın tezleri açısından sürpriz bir dönem değildir. Tersine Mahir Çayan’ın ve de Devrimci Sol’un görüşlerinin kanıtlamasıdır. Başka bir deyişle, “faşizm tırmanıyor” diyen revizyonistlerin görüşlerinin bir ifşasıdır. Faşizmi sadece MHP hareketi olarak gören revizyonistler, açık faşizm-cunta tehlikesini görmüyorlardı. Onlara göre faşizme geçit yoktu, demokratik haklar ve kurumlar vardı. Türkiye’yi emperyalist devletlerle aynı kefeye koyan revizyonistler, mevcut göstermelik demokrasinin bir gecede ortadan kaldırılabileceğini görmek istemiyorlardı. Kaldı ki 12 Mart’ta bu ortaya çıkmıştı. Ama yine de revizyonistlere göre, tepeden faşizm gelemezdi, gizli faşizm yoktu, yalnızca MHP faşizmi vardı.
12 EYLÜL Faşist-Amerikancı Cunta bu görüşlere de bir darbe indirdi. Devletin faşist niteliğini ortaya çıkardı, demokrasinin göstermelik olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Şimdi revizyonistler, TKP, TİP, TSİP vs. başlarına vurup düşünmelidirler. Tırmanan faşizme ne oldu, cunta neden ve nasıl geldi sorularının cevaplarını bulmalıdırlar.
Mahir Çayan 12 Mart 1971 muhtırasının verildiği dönemde, yeni sömürge ülkelerdeki yönetimi tahlil etmişti. Burjuva demokratik devrimin yapılamadığı yeni-sömürge ülkelerde demokrasiden bahsedilemez. Bu gibi ülkelerdeki “demokrasi” 12 Mart ve 12 Eylül’de olduğu gibi bir gecede ortadan kaldırıverilen ve ordunun emriyle, onun koruma ve kollaması altında tekrar kuruluveren bir demokrasiydi.
O halde oligarşik yönetimin parlamenter (demokratik) görünümlü olarak sürdürülmesi gizli faşizmden (yarı askeri yönetim) başka bir şey değildi. Mahir Çayan bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetimi gizli ve açık faşizm yönetimi olarak tahlil etmekte ve bu yüzden cuntaların, cuntaları kovalayacağından söz etmektedir.
12 Eylül günü iş başına geçen Amerikancı faşist cuntası bu tahlillerin doğruluğunu ortaya çıkarmış, üzerinde fırtınalar kopartılan “faşizm tırmanıyor” demokrasi var mı, yok mu? tartışmalarını dibinden kesip atmıştır. Artık kimsenin, üzerinde tartışamayacağı kadar açık bir gerçek vardır; (tabi cunta şakşakçılarının dışında) açık faşizm yönetimi başlamıştır.
CUNTAYI OLUŞTURAN KOŞULLAR
Açık ve gizli faşizme oligarşinin başvurmasının nedenleri nedir? İşte bu nedenler, koşullar, 12 Eylül Amerikancı faşist cuntanın gelmesini sağlamıştır.
Açık-gizli faşizm, oligarşinin başvurmak zorunda kaldığı yönetimlerdir. Çünkü oligarşi demokrasiyi uygulayamaz, tersine demokrasinin düşmanıdır (gerçek anlamda bir burjuva demokrasisinin bile). Oligarşiyi buna zorlayan şey yönetememesidir. Politik ve ekonomik planda ülkeyi emperyalizme peşkeş çekip, karlarına kar katmaktan başka bir şey düşünmeyen tekelci sermayedarlar, yoksulluğu, gittikçe artan enflasyonu ve politik planda baskı ve şiddeti beraberinde getirmektedir. Bu durum nedir? Marksist literatürde bu durumun adı milli krizdir. Ülkemiz sürekli bir milli kriz içinde olmasından ötürüdür ki, oligarşinin yönetememesi; yani sık sık görülen hükümet değişiklikleri, kendi yasalarını bizzat kendilerinin çiğnemesi, sıkıyönetimlerin birbirini kovalaması, sonunda askeri yönetime başvurulması kaçınılmaz olmaktadır.
12 Mart muhtırasıyla, oligarşi yönetememesine bir “çare” bulacağını sanmış, baskı ve şiddet uygulamış, Anayasa’yı değiştirmiş ama 12 Mart döneminde bile hükümetler birbirini kovalamıştır.
12 Mart sonrası durum tam anlamıyla oligarşinin nasıl bir çıkmaz içinde olduğunu sergilemiştir. 1973-1980 arası dönem altı ayda bir hükümetlerin değiştiği, devalüasyonların yapıldığı, yoksulluğun had safhaya vardığı, baskı ve terörün giderek kitle katliamlarına dönüştüğü bir dönemdir. Bu durumun esas nedenlerinin oligarşinin yönetememesinde (başka bir deyişle faşizme başvurmasında) yani milli krizin sürekli var oluşunda olduğunu göremeyenler, sorunu biçimsel tartışmalara indirgemişlerdir. Oligarşinin sözcüleri şunu işlemişlerdir: Problemin kaynağı anayasadır, seçim sistemidir, vs. Yani oligarşinin kendi koyduğu yasalar, kendisi için bir engeldir. Çıkmazda olan bir yönetimin, sürekli kendi kendisini inkar etmesinden başka ne beklenebilir ki?
İşte bu koşullar altındaki oligarşik yönetimin cuntaya başvurması kaçınılmazdır. İşlemeyen bir yönetim nasıl işler bir hale getirilecektir? Askeri idare kaçınılmaz ve en son başvurulan bir “çare” olarak, oligarşinin ve de emperyalizmin elinin altındadır.
Bu durumu Devrimci Sol, Mart’ta çıkan 1. sayısında açıklamıştır. Oligarşinin elinde bulunan bütün kozları kullandığı, bu yüzden de askeri yönetimden başka bir “çare” kalmadığı, Ocak 1980’de verilen askeri muhtıranın bunun kanıtı olduğu ve cuntanın zemininin oluşturulmaya çalışıldığı anlatılmıştır. Bunlar, Türkiye’de yaşayan ve gerçekleri görmek isteyen herkesin görebileceği şeylerdi. Ama Devrimci Sol’un bu uyarısına kimse kulak asmadı. Devrimci Sol şöyle diyordu: “Artık bütün koalisyonlar, partiler birer birer denenmiştir. CHP ve AP koalisyonu ise, sömürü çıkarları yüzünden bir türlü gerçekleşememektedir. Öte yandan da ekonomik bunalım, oligarşinin deyimiyle “anarşi” de durmamaktadır.
O halde ne yapılacaktır? Bu durumda ordunun yönetimi ele alması artık kaçınılmaz bir “görev” durumuna gelmiştir. İşte ordunun muhtırası bunun bir belirtisidir ve bugün de ordunun yönetimi ele geçirmesinden “başka yol yok” propagandasıyla gerekli zemin yaratılmaktadır. (Devrimci Sol Mart ‘80-sayı1)”
Buna karşılık Türkiye solu insanı şaşırtan bir duyarsızlık örneği gösterdi. Sanki muhtıra verilmemiş gibiydi. Herkes kendini adeta “cunta gelmez” diye kandırıyor, neden cuntanın gelemeyeceğinin teorisini yapıyordu. Örneğin DY şöyle diyordu:
“Şimdilerde hemen herkes tarafından egemen sınıfların yönetim çıkmazlarının ve ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarının, Türkiye’de bir askeri faşist diktatörlüğü getirip dayatmakta olduğu kabul edilmektedir. Ancak, böyle bir değerlendirme kendi başına, yaşanan süreçteki egemen sınıfların temel politikalarını açıklamaktan uzak kalmaktadır. (Devrimci Yol Haziran ‘80 sayı-36)”
Bu kayıtsızlıklara en iyi cevap, sanırız 12 Eylül 1980 Amerikancı faşist cuntanın iş başına gelmesi olmuştur.
Cuntanın geliş amaçları, onun hangi koşullarda geldiğini, neden geldiğini de açıklıyordu. Faşist Orgeneral Kenan Evren bu amaçları, geliş nedenlerini şöyle açıklıyordu:
– Defalarca uyardık, söylenecek her sözü söyledik.
– Devlet otoritesi boşluktaydı.
– Ülke iç savaş eşiğindeydi.
– Yöneticiler kayıtsızlık içindeydi.
– Anarşi, terör, bölücülük önlenemiyordu.
İşte cuntanın geliş nedenleri bunlardır. Devlet otoritesinin boşluğu, yöneticilerin kayıtsızlığı ve anarşi yani oligarşinin yönetememesi ve sınıf mücadelesi.
Cunta bunun karşısında da “çare” olarak şunu öneriyor; Yeni Anayasa yapılacak, seçim sistemi değiştirilecektir. Sendikalar ve siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanmış (durdurulmuş!) ve her tepkiyi en sert şekilde ezecek bir yönetim uygulanacaktır.
Her şey gün ışığı gibi aydınlıktır. Amerikan orgenerallerinin faşist cuntası, oligarşinin ve de emperyalizmin yönetememesi karşısında “çare” olarak ortaya çıkmış, kendi programına da oligarşinin çıkmazlarını koymuştur.
Cuntanın hedefleri, oligarşinin ve emperyalizmin hedefleridir. Bu durum cuntanın sınıfsal temelini de ortaya çıkarmaktadır.
CUNTANIN SINIFSAL TEMELİ
Orgenerallerin faşist cuntası, Amerikan emperyalizminin ülkemizdeki işgalinin bir aracı olduğunu açıkça göstermiştir. Cuntanın lideri, 17 Eylül’deki basın toplantısında, ABD’nin sabah 05’den önce haber almasını soran bir gazeteciye bir şey diyememiş suçluluk duygusu içinde ABD’nin yorum yaptığını söylemiştir. ABD yorumlardan yola çıkarak “Türkiye’de cunta oldu” diyecek kadar raydan çıkmış ve akıldan yoksun yöneticilerin elinde bir ülke değildir. Bu cevap bile, Türkiye’deki cuntanın iplerinin ABD elinde olduğunu göstermektedir. 12 Eylül’den iki gün önce, Hava Kuvvetleri Komutanı, ABD’den talimatlar alarak dönmüştür. Ve ABD tüm Ortadoğu’da manevra halindedir. Irak İran’a saldırsın, İsrail Filistinlilere, Ürdün Suriye’ye ve Türkiye’de askeri cunta.
Türkiye’nin ABD’nin bir yeni-sömürgesi olduğunu, ordusunun NATO ve ABD generallerinin emrinde yönetildiğini bilmeyen yoktur. Bu gerçekleri artık sokaktaki vatandaş da bilmekteyken, Orgeneral K. Evren kimi kandırıyor? Kaldı ki ABD’den destek almayan bir askeri yönetim “başarılı” olabilir mi? Ağa babalarından emir almadan kim cunta yapabilir? Askeri harcamaları, dış borçları kimin parasıyla karşılayacak, yedek parçayı, ithal mamülleri nereden alacaksınız? Ekonomik açıdan emperyalizmden habersiz olamaz, orgenerallerin faşist cuntası ABD’nin emriyle gerçekleşmiştir. İşte bu yüzden cuntayı ilk alkışlayan ABD ve diğer emperyalist devletler olmuştur.
Emperyalizme bağımlı, onun gizli işgal ordusu olmanın bir gereğini yerine getiren cunta, Ortadoğu’daki güçler dengesi açısından bir zorunluluk haline gelmiştir. İran’ın emperyalizmin denetimi altından çıkması ve Afganistan’a Sovyet müdahalesi yapılmasından sonra, ABD yeni güçler dengesi oluşturma yoluna gitti. İsrail-Mısır-Türkiye üçgeni ABD için en iyi güvenceydi. Son günlerde Kudüs olayından ötürü İsrail’in dünya çapında teşhir olması, Arap ülkelerindeki hoşnutsuzluğun artması ABD’yi iyice telaşlandırdı. Güçlü bir üçgen yaratılması için özellikle Türkiye’nin istikrarlı olması gerekti. Oysa Türkiye istikrarsızlık içindeydi, sınıf mücadelesi gittikçe kızgınlaşıyordu. Demokratik hiçbir tepkinin olmadığı, kitlelerin baskı ve şiddet altında susturulduğu, sendikaların kapatıldığı, işçilerin alabildiğine sömürüldüğü, yönetimde istikrarın olduğu bir yönetim gerekliydi Türkiye’de. İşte bu yönetim ancak bir cunta yönetimi olabilirdi.
12 Eylül 1980 faşist cuntası işte bu yüzden CIA’nın planına göre oluşturulmuş Amerikancı bir cuntadır. Milli Güvenlik Konseyi adı altında iş başına geçen cuntanın millilikle hiçbir ilgisi olmadığı gün gibi açıktır. Cunta tamamen ABD’nin çıkarlarını Ortadoğu’da savunmakta, bunu da zaten inkar etmemektedir.
Faşist cuntanın içteki sınıfsal dayanağı ise tekelci sermayedarlar, bankerler, büyük ihracat-ithalatçılar, büyük toprak sahipleridir.
Oligarşi diye adlandırdığımız bu sınıflar ve sınıfsal katmanlar arasında da çelişkiler mevcuttur. Oligarşinin yönetememesi, kendi içindeki çeşitli kanatlar arasında da çelişkileri şiddetlendirir. Siyasal partiler arasındaki çelişkiler, oligarşi içi çelişkilerin partilere yansımasıdır.
Orgenerallerin faşist cuntası, bugün oligarşi içi çeşitli kanatların uzlaşmasına dayanmaktadır. Demirel, Ecevit ve Türkeş kanatlarının her biri kendi başına hareket edecek güçte değildir. İşte bu yüzden bugün için uzlaşmaktadırlar. Cunta içinde şimdi uzlaşma havası esmektedir. Oligarşi bugüne kadar, kendi içinde uzlaşmak zorunda kaldığı, feodal kalıntıların, yani bir kısım toprak ağaları ve tüccarların temsilcisi MSP’yi dıştalamak istemektedir. Çünkü oligarşiye göre istikrarsızlık -bir yönüyle- feodal kalıntılarla uzlaşmaya dayanmaktadır. 12 Mart döneminde bu gücü dıştalamaya çalışan oligarşi, bunu başaramamış, tekrar ittifak içine almıştır. Şimdi Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı, eroin kaçakçıları diye dıştalanmak istenmekte ve istikrarı n sağlanacağı umulmaktadır. Kısacası 12 Eylül, tamamlanmamış bir operasyon olan 12 Mart’ın tamamlanmasıdır diyebiliriz.
Bugün oligarşi içi bir uzlaşma vardır. (Erbakan’a tavır dışında; ki bu tavrın nereye varacağı bugünden belli değildir.) Bu uzlaşma, oligarşinin kendi içindeki çıkmazını da göstermektedir. Mücadele geliştikçe bu çelişkiler daha da şiddetlenecektir.
Cunta içinde uzlaşma sağlanmasına rağmen, ağırlık AP kanadındadır. AP’nin istediği değişiklikler, cuntanın programına aynen alınmıştır. Anayasa değişikliği, seçim sistemi, partiler yasası, vs. K. Evren ekonomi politikanın aynen devam edeceğini söylemiş, Demirel’in müsteşarları ve AP sözcüleri bakan koltuğuna oturmuştur. Demirel’in ekonomi müsteşarı Turgut Özal, şimdi K. Evren’in en yakın danışmanı ve Başbakan yardımcısıdır. Faşist cuntanın ekonomi ve siyasi politikası AP’nin politikasıdır.
Demirel kanadının ağırlıkta olması CHP ve MHP kanadının dıştalanması değildir; ama bu, yarın şiddetli bir mücadelenin olacağını bugünden göstermektedir.
CUNTA ATATÜRKÇÜ DEĞİL, FAŞİST İDEOLOJİYİ SAVUNMAKTADIR
Tüm burjuva partilerinin olduğu gibi faşist cunta da Atatürkçülüğü ağzından düşürmemektedir.
Cunta bir yandan güçler dengesini kendi lehinde tutabilmek bir yandan da ezilen demokrat, Kemalist kesimleri kendi yanına çekebilmek için Atatürkçü- Kemalist maskesi takmıştır. Gerçekte Kemalizmle bir ilgisi yoktur.
Kemalizm, emperyalizme karşı Türk halkının milli kurtuluş savaşıdır. Daha doğrusu Kemalizm denince akıllara “Ya istiklal, ya ölüm”, “Bağımsızlık” şiarı gelir ve Kemalizme damgasını vuran da budur. Bir de cuntanın şefi gözüken soytarı Evren’in yaptıklarına bakın; Emperyalizme, NATO’ya tam anlamıyla teslimiyet ve Kemalizm. Olmaz öyle şey.
Ama ne yazık ki, Kemalizmin bağımsızlık olduğunu bilen bu insanlar biraz korku biraz da yanılmayla, tıpkı 12 Mart’ta olduğu gibi yine Atatürkçülük demagojisine alkış tutmuşlardır.
TÜM DİKTATÖRLERİN KARAKTERİ KORKU, TERÖR VE ZORDUR
Faşist Pinochet’den Somoza’ya, İran Şahına kadar tüm diktatörlerin halkın refahını sağlamaları, oligarşiyi ekonomik krizden kurtarmaları mümkün değildir. Onların gerici iktidarları ancak korku ve terörle ayakta durabilir. Kendi iç çelişkileri, ekonomik çıkmazlar ve devrimci halk hareketi her geçen gün biraz daha çelişkilerini derinleştirip onları iyice yönetemez hale getirecektir.
TÜM HALKIMIZ
İşkence, katliam ve terörle, her türlü hakların ortadan kaldırıldığı, insan onurunun, Kürt ve Türk halklarının ulusal onurlarının hayasızca çiğnendiği bu faşist diktatörlüğe karşı dişe diş mücadele etmekten başka yol yoktur.
Cuntanın, can güvenliği sağlayacağını düşünen insanlarımız yanılıyor. Cunta can güvenliğini sağlamak için değil, sınıf mücadelesini kana boğmak, emperyalizmin iktidarını sağlamlaştırmak için gelmiştir. Belki kısa bir süre bizleri evimizde, işyerimizde, sokakta tehdit eden MHP’li sivil faşistler olmayacak ama onların yerini almış ve her gün yüzlerce katliam planlayan resmi faşistler kol geziyor artık ve MHP için geri planlarda durmak en iyi takdir artık. Çünkü onun yapmak istediklerini nasıl olsa Türk Ordusu ve Amerikan paşaları yapmaktadır.
Daha bugünden tüm Türkiye’de yüzbinin üzerinde emekçi halk hapishanelere tıkıldı, insanlar işkencehanelerde her gün üçer-beşer öldürülüyor.
Tüm sendikalar, grev, yayın vs. her türlü demokratik haklar ortadan kaldırıldı ve yasa değişiklikleriyle tüm faşist polis ve askerlere istedikleri kadar insan öldürme yetkisi verildi.
Şu anda bütçenin üçte biri askeri harcamalara gitmektedir. Açık faşizm ise daha masraflı ve pahalıdır. Bugün üçte bir olan bu masraflar, yarın bütçenin en az yarısını alacaktır.
FAŞİST CUNTAYA YAPACAĞIMIZ HER YARDIM BİZE SIKILAN KURŞUN OLACAKTIR!..
Faşist cunta tüm masrafları yoksul emekçi halktan çıkarmak zorundadır.
İşçilere verilen yüzde 70 “cep harçlığı” hiçbir şeyi halledemeyecektir.
Cunta artan masraflarını gidermek için daha fazla iş gücü daha fazla üretim isteyecektir. Gelecek devalüasyon ve artan enflasyon milyonlarca emekçi halkı biraz daha açlığa ve sefalete sürükleyecek, cunta dipçik zoruyla çalıştırmaya çalışacaktır.
Zamlar şimdiden başlamıştır, bunu devalüasyon kovalayacaktır.
Ve cunta bunun ilk tedbiri olarak da sendika, grev, dernek, vs. gibi tüm hakları ortadan kaldırmıştır. Aksi halde zorla çalıştırmak mümkün değildir. Baskı, terör, işkence ve yoksulluk düzeninden kurtulmanın yolu birlik ve mücadeleden geçer.
İŞÇİLER, KÖYLÜLER, EMEKÇİLER, YURTSEVER ASKER VE POLİSLER, EZİLEN KÜRT VE TÜRK HALKLARI!…
Bu zalim Amerikancı cuntaya karşı mücadele etmekten başka yol yoktur. Amerikancı generaller ve işbirlikçi sermayedarlar 45 milyon halkı rehin alamayacaklardır.
İran’da Şah’ın, Nikaragua’da Somoza’nın sonu ne olduysa Türkiye’de Faşist Evren gibilerinin sonu da o olacaktır.
Hiçbir diktatörlük kendiliğinden yıkılamaz. Bunun için mücadele etmek gerek. Cuntaya, faşizme, emperyalizme karşı olan herkesin birleşebileceği bir platform vardır. Bugün ana ilke diktatörlüğe karşı çıkma olmalıdır.
Diktatörlüğü işletmemek, yaptığı her zulme karşı çıkmak, onun emperyalizmin işbirlikçisi olduğunu, Kemalist olmadığını ortaya çıkarmalıyız.
Cuntanın başarısızlığı mücadelemizle mümkündür.
DOSTLARIMIZ VE DÜŞMANLARIMIZ;
Cuntaya karşı olan herkes dostumuzdur.
Cuntayı destekleyenler, fiili yardım edenler, katliamlar düzenleyenler ve emir verenler, her türlü muhbirler, Amerikancı cunta işbirlikçisi sermayedarlar, faşist subay, astsubay, polisler ve her türlü mevkideki yöneticiler.
Ülkemizdeki emperyalist kuruluş ve kişilerin sorumluları ve faşistler düşmanlarımızdır.
Namlumuz bu düşmanlara karşı yönelecek ve hiçbir zalim cezasız kalmayacaktır.
Onların tankları ve topları 45 milyon halkı teslim alamayacaktır.
Zafer, savaşan Türkiye halklarının olacaktır!…
KAHROLSUN FAŞİST AMERİKAN CUNTASI!…
CUNTA BİZİ YENEMEYECEK! . . .
EVREN’İN SONU SOMOZA’NIN SONUDUR!…
FAŞİST CUNTAYI YENECE⁄İZ!…
CUNTA 45 MİLYON HALKI REHİN ALAMAYACAK!…”
Bu bildiri yurdun dört tarafında onbinlerce dağıtıldı, bombalı, bombasız pankartlarla, el ilanları ve duvar gazeteleriyle kampanya yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Cuntadan sonra uygulamaya konulan, saat 24.00’dan itibaren sokağa çıkma yasağına rağmen, bir-iki gecede 100’den fazla tekellere ait kurumlar ve banka şubesi bombalandı ve tahrip edildi.
Emperyalist kuruluşlara saldırılar düzenlendi, cunta ile suç ortakları teşhir edildi. Yasadışı gösterilerle işkencecilerin, muhbirlerin ve bazı halk düşmanlarının cezalandırılmasıyla kampanya devam ettirildi.
Faşist cunta geleli daha bir ay olmamıştı ki, İTÜ’de öğrenci olan Devrimci Sol savaşçısı Ahmet Karlangaç ile yurtsever bir hareketten olan Ekrem Ekşi siyasi şubede işkence ile katledildiler. Devrimci Sol tarafından Ahmet Karlangaç ve Ekrem Ekşi’nin işkence ile katledilmelerini protesto etmek için İTÜ’de bir günlük boykot gerçekleştirildi. Boykot başarıyla sonuçlandı.
Ahmet Karlangaç’ın işkencede katledilmesinden bizzat sorumlu işkenceci polis M.Naci Türküm ise Devrimci Sol savaşçıları tarafından olaydan kısa bir süre sonra 31 Ekim 1980’de cezalandırıldı.
İstanbul 1.fiube işkencecilerinden M. Naci Türküm’ün cezalandırılmasıyla birlikte paniğe kapılan 1.fiube Devrimci Sol işkencecileri, bu eyleme misilleme olarak Devrimci Sol savaşçısı Mehmet Selim Yücel’i kurşuna dizerek katlettiler. Oysa Devrimci Sol aradan yıllar geçse de halka karşı suç işleyenlerden bir gün mutlaka suçlarının hesabını soracaktır. Devrimci Sol’un hafızası güçlüdür. Nihayet aradan on yıl geçtikten sonra, M. Selim Yücel’i katledenlerden, 1.Şube Devrimci Sol timi şefi Aydın Barış 12 Aralık 1990’da Devrimci Sol savaşçıları tarafından bulunarak cezalandırılacaktır.
Devrimci Sol’un bu kampanyası, daha ilk günlerde alınan ağır örgütsel darbelere rağmen kararlılıkla sürdürülmüş, geri adım atılmamıştır. Eylül- Ekim aylarındaki bu yoğun operasyonlara rağmen dişe diş bir mücadele sürdürülmüştür.
Bu süreci DHKP Genel Sekreteri Dursun KARATAŞ şöyle anlatıyor:
“Mücadele çok daha sert koşullarda geçecekti. Eksiklerimizi, açmazları mızı biliyorduk. Cuntanın ilk haftalarında, bir çözülme nedeniyle, bir MK üyemiz ve bazı ileri kadrolarımız tutsak düştü. Bunların yerleri telafi edilerek savaşa devam edildi. Daha önce tartışılan ama sonuçlandırılmayan, beş yoldaşın, önderliği de içine alan operasyonların gelişmesi durumunda hareket yönetimini üstlenmeleri ve savaşı sürdürmeleri Sinan yoldaşa anlatıldı. Savaşımız ve oligarşinin operasyonları devam ettiğinden, her an birçok tehlikeyle karşılaşabilirdik. Her koşulda örgütün varlığını sürdürebilmeliydik. Ülke toprağında çok ileri bir savaş sürdürülemese de halkın içerisinde ve her an yanıbaşında örgütsel bir gücün varlığını halk anlayacak ve hissedecektir. Bunun için mültecilik değil, ülkede kalmak esas alınmıştır. Ve savaşı olanaklar ölçüsünde sürdürme kararının geçerliliğini korumasına vurgu yapılmıştır. Kısa bir süre sonra hareketin önderi de tutsak düştü. Bu 12 Eylül’le birlikte aldığımız büyük bir darbeydi. Örgütümüz yeni bir MK öncülüğünde ve Niyazi yoldaşın sorumluluğunda savaşı sürdürüyordu.” (85)
“Amerikancı Faşist Cunta 45 Milyon Halkı Yenemeyecek” şiarı ile faşist cuntaya karşı sürdürülen bu kampanya ile Devrimci Sol gerçeği gözler önüne serilmiştir. Daha kampanyanın başlamasıyla birlikte alınan darbelere rağmen savaşın sürdürülmesi, Devrimci Sol’un yok edilemeyeceğini, teslim alınamayacağını ve ne pahasına olursa olsun savaşı sürdüreceğini göstermiştir. Bu tavrıyla Devrimci Sol, cuntanın baskı ve terör ile sindirmeye, korkutmaya çalıştığı halk kitleleri için moral kaynağı olmuş, halkın güven duyabileceği bir güç olduğunu göstermiştir. Devrimci Sol bu süreçte geçtiği ateş çemberinden alnının akı ile çıkacak ve halklarımızın kurtuluş umudu olmayı sürdürecektir.
SAVAŞ ALANINDA BİR FAŞİST CUNTA VARDI,
BİR DE DEVRİMCİ SOL
1981’lerden sonraki süreç devrimci, demokrat, yurtsever örgütler için olduğu kadar, ilerici, demokrat özelliklere sahip tüm emekçi halk örgütlülükleri için de oldukça zor yıllar olmuştur. Faşist cunta devrimcilere ard arda darbeler indiriyor; devrimcileri sokaklarda, dağlarda, mahallelerde, hayatın her alanında yok etmeye çalışıyordu. Tutsak aldığı onbinlerce devrimciyi de hapishanelerde işkencelerle yıldırmayı hedefliyor, devrimci kişiliklerini yok ederek davalarına ihanet ettirmeye zorluyordu. Ülkemizin dört bir yanında devrimci avı sürerken burjuva partilere dahi yaşam hakkı tanımayan cunta, ABD emperyalizminin de desteğiyle istediği kurumları gündeme sokuyordu.
Yıllardır devrimcilerin peşinden gitmiş, faşizmin en aşağılık baskılarına rağmen devrimcileri sahiplenmekten vazgeçmemiş milyonlarca emekçi halk Amerikancı faşist cuntanın postalları altında ezilirken sol neredeydi? Ülkede oluk oluk kan akarken kendine “komünist”, “sosyalist” yaftası vuranlar ne ile meşguldüler? Kuşkusuz ki, faşist cuntanın saldırılarını boşa çıkarmanın, savaşmanın, direnmenin hesaplarını yapmıyorlardı. Çünkü, birçoğu daha cuntanın ayak seslerini duydukları andan itibaren kaçışın hesaplarını yapmış ve cuntanın gelmesiyle de hiçbir direniş göstermeden soluğu yurtdışında almıştı. Geride kalan birkaç istisnanın icraatı ise, cuntanın halkı sindirmek için başvurduğu baskı ve katliamlarına adeta seyirci kalmaktan ibaretti.
12 Eylül’den önce mangalda kül bırakmayan sol, gelinen aşamadaysa suskundu. Tabi yalnız bununla da kalınmıyor, savaşmamaya, direnmemeye ve kaçışa denk düşen, bunları meşrulaştırmayı hedefleyen teorilerin ardı arkası kesilmiyordu. Bunlara göre “cunta çok güçlüydü”, dahası “kitlelerin devrimci dalgası da düşmüştü”. O halde hemen “ricat” kararı alınmalıydı. Gerçekte ise, kendine ve halka güvensizliğin, korkaklığın bir sonucu olarak cunta “dev” gibi gözüküyordu gözlerine. Düşen ise kitlelerin devrimci dalgası değil, solun kendi dalgasıydı. Kitlelerin devrimci dalgasının kendiliğinden yükselmesini bekleyen bu anlayışlar, her halde kendilerine siz necisiniz, devrimciler ne için vardır, sorularının hiç sorulmayacağını düşünüyorlardı. Emekçi halkları faşist cuntayla baş başa bırakarak, hiçbir direniş göstermeden ülke topraklarını, savaş alanını terk etmenin adı ise “ricat” değil olsa olsa ihanet olabilirdi.
Elbette ki teslimiyete, ihanete denk düşen bu tavır, solun ideolojik-politik hattından bağımsız değildi. Savaşa göre örgütlenmemiş, ülke gerçeklerinden kopuk bir düşünce ve mücadele anlayışına sahip olan bu kesimler, doğal olarak, cuntaya karşı kararlı bir mücadele çizgisi tutturamazdı. Fakat ülkemizin içinde bulunduğu tablo ile birlikte düşündüğümüzde faşist cuntaya karşı direnmek her şeyden evvel onur mücadelesiydi. Sol ise bunu anlayamadı. Devrimci Sol ise tüm eksik ve yetersizliklerine karşın devrimcilerin yok edilemeyeceğini, halklarımızın kolay kolay teslim alınamayacağını ve her koşulda mücadelesinin devam edeceğini daha cuntanın ilk günlerinde dosta ve düşmana göstermişti. Savaş alanında yalnız kalınmıştı ve daha da yalnız kalınacaktı. Ama asla emekçi halkı yalnız bırakarak, savaş alanı terk edilmeyecekti. Kesin kararlıydı Devrimci Sol. İlk sözü ne olduysa son sözü de o olacaktı. Ve tarihin ihanetler için ayırmış olduğu utanç sayfalarında değil, kahramanlık destanları için ayrılmış en ak sayfalarında yer alacaktı.
Zafer Yolunda – 1