Direnişin Sesi’nde 27 Mart Çarşamba günü yayınlanan, 30 Mart Kızıldere Manifestosu’na giden yolun son 4 ayının (1971 yılının Kasım sonu ve 1972’nin 30 Mart tarihleri arası) paylaşıldığı programın ilk bölüm kaydını paylaşıyoruz.
Bölüm 1
1972 yılının Mart ayında, Türkiye’de askeri bir cunta hüküm sürüyordu. Bir NATO üssünden üç İngiliz teknisyenin kaçırılmasıyla sarsıldı Türkiye. Onu büyük bir katliam izledi: Kızıldere katliamı.
Kızıldere adı, o günden bu yana, Türkiye tarihinde özel bir yeri olan bir addır. Kızıldere’de şehit düşen Mahir de aynı şekilde o günden bu yana, Türkiye sınıflar mücadelesinde adı hep gündemde olmuş bir önderdir.
Peki üç İngiliz teknisyen neden kaçırılmıştı?
10 devrimci neden oraya gelmişti?
Kızıldere’de ne olmuştu gerçekte?
*
Bu yazı dizisi, 1971 Kasım’ının sonuyla 1972’nin 30 Mart’ı arasındaki dört aylık tarihin kısa bir özetidir. Bu kısa zaman dilimi, Türkiye solunun en değerli geleneklerinin temellerinin atıldığı, bir destanın yaratıldığı ve bir manifestonun yazıldığı tarihi günlerdir…
Maltepe’den Firar:
Aylar süren çalışmaların ardından tünel hazır hale gelmişti. Tünelin ucundaki ışık görünmüştü. Hayır hayır mecazi değil, gerçekten de görmüşlerdi tünelin ucundaki ışığı. İstanbul Maltepe Askeri Hapishanesi’nde kazılan yaklaşık 13 metrelik tünelin ucunda küçük bir delik açıp gökyüzünü görmüşlerdir. Artık günleri değil saatleri saymaktadırlar o gökyüzünün altında özgür olabilmek için…
1971 yılının 27 Kasım’ında, bir cumartesi akşamında birer birer girerler tünele. 6 kişidirler; tünele giriş sırasıyla, Cihan Alptekin, Mahir Çayan, Ömer Ayna, Ulaş Bardakçı, Oktay Kaynak ve Ziya Yılmaz… Tünelin ucuna varan Cihan, üstlerindeki toprağı biraz kazdıktan sonra farkeder ki, toprak kalınlığı hesapladıklarından biraz fazladır. Hırsla, kararlılıkla, çıplak elleriyle önlerinden söküp atmak ister o toprağı, elleri kanar, derileri soyulur, ama o anda açılabilecek gibi değildir üst taraf, kısa bir çalışma daha gerekmektedir. İstemeyerek de olsa, arkadakilere geri dönüş işaretini verir… Tüneldeki altı devrimci tutsak, sürüne sürüne geri çıkarlar.
Ama çıkacaklardır.
Uçtaki toprak tabaka iyice inceltilir. İki gün sonra, 29 Kasım akşam üzeri, bir kez daha tünele girerler. 5 kişidirler bu kez. Cihan, Mahir, Ömer, Ulaş, Ziya… Bu kez son derece sorunsuz olur çıkışları. Nöbetçilerden gizlenerek askeri araziden çıkarlar. Onların ardından bir başka tutsak daha girer tünele. O öndekiler çıktıktan sonra tünelin ağzını toprakla sıvanmış bir kapakla kapatıp geri döner.
*
Firarlar, tahmin edileceği gibi Türkiye’yi sarsmıştı. Firar edenler, Türkiye devrimin önder kadrolarıydılar. Üstelik, bu büyük eylem, 12 Mart Cuntası’nın hüküm sürdüğü bir ülkede, üstelik askeri bir hapishanede gerçekleştirilmişti.
Bütün Yollar Tutuldu
30 Kasım günü, firari devrimcileri ele geçirmek için büyük operasyonlar başlatıldı. İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı üzerinde Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’nın resimlerinin bulunduğu afişler bastırarak şehrin duvarlarını bu “Aranıyor” afişleriyle doldurdu. Şehir içi ve şehirler arası bütün ana yollar tutulmuştu. Her köşe başında çevirmeler yapılıyordu. Ankara ve İzmir’de ise sokağa çıkma yasağı konmuştu.
Başbakan Nihat Erim, firarlar üzerine TBMM’de gündem dışı bir konuşma yapmak durumunda kalıyor ve şöyle diyordu: “Hükümet olarak olayı bütün ehemmiyetiyle ele aldık ve olayın basit bir kaçırma olayı olmadığı noktasından hareket ederek, tahkikatı buna göre yürütmek konusunda ilgililere emir verdik.”
Onları Bekleyen Kimse Yoktu
Firar edenlerden Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz, THKP-C’nin, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ise THKO’nun önder kadrolarıydılar. THKO’nun örgütsel yapısı büyük ölçüde dağılmış olduğundan firarın dışarı ayağını Cepheliler organize edecekti.
Mahirler, tünelden ve askeri araziden çıkarak daha önceden kararlaştırılmış olan bekleme yerine geldiler. Ama orada onları bekleyen kimse yoktu. Niye olmadığının nedenini daha sonra öğreneceklerdi. Ama o anda ne düşünecek, ne bekleyecek zamanları yoktu. Önce bir minübüse bindiler. Ardından da bir otobüse. En azından bölgeden uzaklaşmışlardı. Bu arada çeşitli ilişkilerine ulaşarak Dolmabahçe Camiinin karşısındaki Sebil Çayevi’nde buluşmak üzere randevulaştılar. Randevu yerine gitmek üzere önce Kadıköy’e, oradan Üsküdar’a gidip, oradan da Beşiktaş’a geçtiler.
Sebil Çayevi’nde buluştukları aynı zamanda avukatları olan Yalçın Öztürk’tür. Öztürk, o anı şöyle anlatıyor:
“Kalktık… Çaybahçesine gittik. Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna oturuyordu. Mahir ile Ulaş bir yere gitmişlerdi. Çaybahçesinde ortam çok garip bir şeydi. Gerçek değil de sanki bir oyunmuş gibi geliyor insana. Çok ciddi bir olay. Bir kere nasıl kaçtınız diye sorduk. ‘Tünel kazarak kaçtık’ dediler. İnanılmaz. Zırhlı Birliğin ortasında ufacık beton bir bina. Garnizonun tam göbeğinde… Son derece rahat ve soğukkanlıydılar… O anda fark edilseler, orada öldürülecekler; bizle birlikte. Öyle bir durumda son derece espritüel konuşmalar, şakalar yapılıyor…. Öyle bir hava. Derken biz ayrıldık oradan. Onlar Beyazıt’ta bir yere gittiler.”
“Ölü veya Diri”
Operasyonlar yoğundu, ilişkiler ise alabildiğine daralmıştı. Mahirler, Beyazıt’tan Florya’daki bir eve gittiler. Firardan 26 saat sonra, kalabilecekleri uygun bir yer bulunmuştu.
Firar, gündemi belirlemeye devam etmektedir.
Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, 2 Aralık’ta, bütün sıkıyönetim komutanlarını Ankara’ya çağırarak bir toplantı yaptı.
1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün ise, birkaç gün sonra gazetecilerle yaptığı toplantıda, “Mahir Çayan ve arkadaşları ergeç ölü veya diri ele geçecektir” diyordu. Çünkü tek bildikleri “kriz yönetimi” yöntemi buydu.
Sıkıyönetim komutanları toplantılar yapıp yeni operasyonların kararını alırken, Mahirler ev ev dolaşmaktaydı. 4 Aralık günü, Mahir ve yoldaşları, Levent, Menekşe Sokak’ta oturan Ahmet ile Hatice Alankuş’ların evine gittiler.
Neden Bekleyen Yoktu?
Bu arada Maltepe’de tünelden çıkıştan sonra bekleme yerinde neden kimsenin beklemediği de açığa kavuşmuştu. Hareket içinde bir sağ sapma ortaya çıkmış ve bu klik, hareketi felç etmişti. Cevahir şehit, Mahir, Ulaş ve daha pek çok kadro tutsak düştükten sonra, hareketin dışarıda kalan iki Merkez Komite üyesi (Münir Ramazan Aktolga ve Yusuf Küpeli), mücadeleyi değil, tasfiyeciliği örgütlemeye başlamışlardı. Konumlarını ise, örgütlenmeyi geliştirmek için değil, kendi sağ, tasfiyeci görüşlerini kabul ettirmek için kullanmaktaydılar.
Sağ sapma, hareketin yediği darbelerin ardından Amerika’yı yeniden keşfetmişti. “Eski çizgi yanlıştı, eklektikti, Narodnikti” vs. vs. Peki ne yapmak gerekiyordu? Sağ sapmaya göre, silahlı mücadeleye son vermek lazımdı, işçi sınıfına gitmek lazımdı…. Kısacası, pasifistlerin ülkemizde yıllardır söylediklerine katılmıştı onlar da…
Mahir’in düşüncesi netti; oligarşiye karşı savaşı kaldığı yerden sürdürmek. Ama şimdi açıkça görülüyordu ki, bu savaşı sürdürmek için, önce bu klikle savaşılmalıydı. Münir Ramazan ve Yusuf Küpeli, konumları ve Mahirler tutsakken oluşturdukları örgütsel yapı nedeniyle varolan ilişkilerin önemli bir bölümünü kendi ellerinde tutuyorlardı. Ama bunların da önemi yoktu Mahir için. Koşullar nice zor ve ne kadar aleyhte görünürse görünsün, ilkesiz, pragmatik davranılamazdı.
Firar edeli daha bir hafta bile dolmadan, ihanet kliğinin başını çekenlere “Bizi arkadan hançerlediniz. Bizim yoldaşımız değilsiniz” diye bir mektup gönderdi.
İhanet Mahkum Ediliyor
12 Aralık 1971 Pazar günü, yani, firardan yalnızca iki hafta sonra, tüm polis, jandarma onların peşindeyken, Levent’te bir evde Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz bir araya geldi.
Görüşmede, çeşitli pratik ve teorik sorunlar tartışılır. Ama aslında tartışılan herhangi bir eylem, herhangi bir pratik sorun değil, sınıflar mücadelesinde yer alıp almama sorunuydu. Mahir onlara durumlarını şu sözlerle kısaca göstermişti: “Biz hapishanede iken dışarıda kalan sizler ortaya bir eylem koymadınız, hep birlikte bu işe başladık, biz vazifemizi yaptık, siz çizmiş olduğumuz yolu terkettiniz, şehir gerillasına devam etmeyip kendinizi sakladınız.”
Mahir, “daha önce belirlenen stratejiden vazgeçmek ve sapmak için hiçbir sebebin bulunmadığını” vurgular ısrarla. Münir ve Yusuf’un buna verebilecekleri bir cevap yoktur zaten. Onlar, bırakın şu veya bu strateji doğrultusunda mücadeleyi sürdürmeyi, yoldaşlarını tünelin ucunda yüzüstü bırakacak kadar bir kaçış ve ihanet içindedirler. Ne diyebilirlerdi ki…
Tartışmaları uzatmanın bir anlamı yoktur. Birkaç gün sonra, Münir Ramazan Aktolga ve Yusuf Küpeli’nin Parti’den ihraç edilmesi kararlaştırılır ve karar açıklanır. Şöyle denir bu kararın bir yerinde:
“Partimizin ideolojik-politik-örgütsel-stratejik ilkeleri… net ve açıktır. …. Partimizin ideolojik-politik-stratejik-örgütsel ilkelerini ‘Narodnizm’, ‘Marksizm ile Narodnizm’in eklektik birleştirilmesi, en tehlikeli sol sapma’ diye niteleyerek, Partimizin devrimci çizgisi yerine uluslararası sosyal pasifizmin çizgisini, partinin genel komitesinden habersiz tezgahlama gayretleri içinde olan sizlerin partimizde kalmasına artık fiilen imkan yoktur.”
*
Tasfiyeciliğin mahkum edilmesine, Ankara’daki parti kadroları da katılır. Ankara’dan yollanan mektupta şöyle denir:
“Partimizin ismi Türkiye devrimine kanla kazandırılmıştır. Partimizin şerefli mirasını ve geçmişini reddederek onun adına sahip çıkmaya kalkışan (leş kargalarının) Partimizin içinde yeri olamaz.”
Tasfiyeci ihaneti mahkum eden bu bildirinin altında şu imzalar vardı: Ertuğrul Kürkçü (Rüştü), Sinan Kazım Özüdoğru (Şükrü), Abdullah Oğuzhan Müftüoğlu (Orhan), Hüdai Arıkan (Ali Osman).
Sağ sapma ihanetinin partinin bünyesinde yolaçtığı tahribatları gidermek uzun süre alacaktır; ancak büyük bir siyasi iradeyle ihanet politik olarak mahkum edilmiş ve partinin önü açılmıştır. O günkü koşullarda önemli olan buydu.
Kaçmıyor, Üstüne Gidiyorlar!
İhanetin mahkum edilmesinden sonra önemli olan ise, ne yapılacağı idi. Kasım ayının sonlarında, henüz firardan önce, Maltepe Askeri Cezaevi’nin havalandırmasında volta atan Mahir, Deniz ve yoldaşlarının idam edilmesi ihtimaline ilişkin düşüncelerini yanındakilere şöyle özetliyordu:
“Bugün Deniz, Türkiye devriminin simgesi haline gelmiştir. Bu düğüm çözülürse Türkiye devriminin önü açılacaktır. Onların hayatlarının kazanılması bugün temel sorunumuzdur.”
Kişisel özgürlükleri için değil, savaşı kaldığı yerden sürdürmek için firar etmişlerdi. Firarın ertesi günü “Çayan Kaçtı” diye yazan gazeteler aslında bilmiyorlardı ki, Çayanlar, kaçmıyor, kavganın üstüne, ortasına koşuyorlardı. Kavgadan kaçanları mahkum edip, kavgayı yükseltmeye koşuyorlardı.
Ziya Yılmaz, firardan sonraki koşulları şöyle anlatacaktı daha sonra:
“Mahir, bu süre içinde sürekli İstanbul’da kalınması tezini savunuyordu. Ben de şahsen İstanbul’da kalınmamasını, karar doğrultusunda yurtdışına çıkmamızın gerektiğini savunuyordum. Hatta imkanlar da vardı, kaçılabilirdi. Fakat firarımızın getirdiği o psikolojik hava yeniden bütün eylemlerin gündeme gelebileceği, yurtdışına gitmenin mücadeleden kaçmak şeklinde nitelendirilebileceği, Türkiye’de savaşılabilecek bir ortamın varolduğu ve bu savaşımı sonuna kadar yürütmenin gerekli olduğu düşüncesi de yavaş yavaş güç kazanmaya başladı.”
Örgütsel anlamda güvenliklerinin sağlanmasına azami dikkati gösteriyordu Mahir ve yoldaşları. Ama “güvenlik”ten anladıkları kaçıp saklanmak değildi, görevlerini yerine getirmeyi sürdürdükleri bir güvenlikti onların aradıkları. “Bizim kuşağın yüzde doksanı ölür” demişti Mahir, yine voltadaki bir sohbetinde. Firardan önce, kadınlar koğuşundan bir yoldaşıyla yaptığı son görüşmede elindeki nikah yüzüğünü çıkarıp vermiş ve bunun eşine iletilmesini istemişti.
Şimdi Ne Yapılacak?
Şimdi hareketi ve mücadeleyi yeniden örgütleme zamanıydı. Tasfiyeci ihanetin tasfiye edilmesinden sonra, 1972’nin Ocak ayının ikinci haftasında (Ki artık firarın üzerinden yaklaşık 1,5 ay geçmişti), yine istanbul Levent’te bir evde Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Hv. Yzb. Orhan Savaşçı ve Hv. Tğm. Mehmet Alkaya bir toplantı yaptılar. Toplantıda, Parti-Cephe’nin daha önce saptanmış stratejik çizgisinin devam ettirilmesinde hemfikir olunurken, Genel Komite’nin ve silahlı ekiplerin yeniden oluşturulması, daha geniş çaplı harekete geçmeden önce kamulaştırma eylemlerinin yapılması kararı alındı.
Eylemlerin yönetimi İstanbul’da Ulaş Bardakçı, Ankara’da Mahir Çayan’da olacaktı. Bu toplantıda tespit edilen plana göre, işçi ve öğrenci kesim içinde yeni örgütlenmeler yaratılacak, askeri kesimin de katkısıyla eylemler için gerekli donanım sağlanacak, bir süre sonra da Mahir Çayan ve Ziya Yılmaz Karadeniz Bölgesi’ne geçerek kır gerilla eylemlerini başlatacaktı.
Maltepe Hapishanesi’nden birlikte firar ettikleri Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da hâlâ Parti-Cephe’nin ilişkiler ağı içindeydiler. Ancak İstanbul’da kuşatma da gün geçtikçe daralmaktaydı. Caddeler, meydanlar, onların “Aranıyor” afişleriyle doluydu hâlâ. Bu nedenle önce Cihan ve Ömer, ardından Mahir Ankara’ya geçtiler. Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, 14 Ocak 1972 günü, iki sandık içerisinde Ertan Saruhan’la bir skoda kamyonetle Ankara’ya gittiler. Yaklaşık iki hafta sonra, 31 Ocak’ta Mahir de aynı yöntemle, ağzı kapalı bir sandığın içine yerleştirilmiş olarak Ankara’ya götürüldü.
Kesintisizlerin Yazımı Tamamlanıyor
Mahir Ankara’ya geldikten sonra, bir yandan örgütü toparlamaya, bir yandan kesintisiz II-III’ün yazımını tamamlamaya, bir yandan da Denizler’le ilgili bir eylemi örgütlemeye çalışıyordu. Mahir’in o günlerine tanık olanlardan biri şöyle anlatır: “Mahir, Ankara’ya geldikten sonra o olağanüstü koşullarda bir taraftan kaçar göçerken bir taraftan da daha sonra Kesintisiz II-1II dediğimiz teorik metni yazıyordu. Mahir, bana, ‘Selahattin, ölüm var kalım var. Hiç olmazsa şu yazıyı bitirmek istiyorum’ dedi.”
Evet, o koşullarda Kesintisizler’i yazmaya devam ediyordu. Kesintisizler’in Türkiye soluna bırakacağı en değerli miras olacağının farkındaydı kuşkusuz.
Bölüm 2 –
Mahir, Maltepe Hapishanesi’nden firar edip Ankara’ya geçtiği o günlerde Cihan Alptekin’le buluşur.
Gündemlerinde, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan hakkında verilen idam kararıyla ilgili neler yapılabileceği vardı.
Cihan, bir elçiyi kaçırarak, karşılığında Denizler’in serbest bırakılmasının istenmesini öneriyordu. Mahir ise bu iş için idamların meclisten senatoya geçtiği anın uygun olduğunu, bu amaçla da Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel’in kaçırılmasının etkili olabileceğini belirtmişti. Mahir’in bu önerisi o gün genel kabul görmesine karşın, Cephe militanları bu arada farklı eylem ihtimalleri için Fransa, Batı Almanya ve Belçika Büyükelçilikleri’nde istihbarat çalışmaları yapıyorlardı…
Bütün bu çalışmalar, alabildiğine yoğun operasyonlar ve takip koşulları altında sürdürülüyordu. Öyle ki, bir yandan ev bulmak alabildiğine zor iken, diğer yandan bazen aynı gün içinde birkaç ev değiştirmek zorunda kaldıkları oluyordu. MİT’çi Mehmet Eymür, sonraki yıllarda bu dönemi anlatırken şöyle diyecekti: “Çayanların izini sürüyorduk. Kaldıkları evleri bastığımızda onlar evi terk etmiş oluyorlardı. Acele terk edilmiş ve çay bardakları dolu vaziyette yerler bulduk.”
Ama bu koşullara rağmen, Mahirler “Türkiye Devriminin prestijini” savunmaya devam edeceklerdi.
BASKINLAR, OPERASYONLAR
Maltepe Hapishanesi’nden firar ettikten sonraki günler, her şeyin çok hızlı geliştiği günlerdi. İstanbul’dan Ankara’ya geçmişlerdi ama Ankara’daki Parti-Cepheliler’e yönelik operasyonlar da görülmemiş boyutlardaydı. Fakat onlar işte bu ortamda bir an bile kavgadan kaçmayı düşünmüyorlardı.
İstanbul’da da operasyonlar sürüyordu. Mahirler’in ayrılmasından yaklaşık iki hafta sonra, 13 Şubat’ta Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz’ın kaldığı Levent’teki eve polis baskın düzenledi. Ulaş ve Ziya, çatışarak evden çıkmayı başardılar. Fakat takip sürüyordu. Bir hafta sonra Ulaş’ın Fındıkzade’de kaldığı ev de basılır. Ulaş teslim olmaz yine. Gelenekler ilmik ilmik örülmektedir. 19 Şubat 1972 günü, 07.00 sıralarında Ulaş çatışarak şehit düşer.
Ulaş’ın vurulup şehit düştüğü gün Çankaya’da bir evdeydi Mahir. Bir gerilla daha düşmüştür. Fakat kararlarında ve kararlılıklarında herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Ulaş, gövdesi kanlar içinde yere düşerken bir devrim fırtınası yaratanlardandır. Şimdi geride kalanlara düşen, o bayrağı devralıp oligarşinin burcuna dikinceye kadar sürdürmektir savaşı. Bayrak elden ele aktarılacaktır.
TİYATRO BİNASINDAKİ SİLAHLAR
Koray Doğan, ODTÜ öğrenciydi. 25 yaşına girmişti kısa süre önce. Firardan sonraki o günlerde Ankara’da Mahirler’in bir bakıma elleri-ayakları gibiydi. Ev gerekiyorsa ev, silah gerekiyorsa silah, istihbarat gerekiyorsa istihbarat, her göreve koşuyordu. Coşkusu salt gençliğinden değil, Cepheli’liğindendi. 12 Mart Cuntası’na karşı direnme çizgisini sürdüren Cephe’nin bir parçası olarak, Cephe’nin önder kadrolarını korumayı da en önemli görevi sayıyordu.
O günlerde Mahir ve Cihan Alptekin’in ilişkileri içinde yeralan THKO’dan Hasan Ataol, anlatıyor: “Silahları vardı ama yeterli değil… Silahları daha önceden çatısına gizledikleri bir tiyatro varmış.
Bize, ‘O tiyatronun çatısında bulunan silahları alıp, getirin’ dediler. Fakat biz silahları gidip olduğu yerden alamıyoruz. Çünkü tiyatronun sahipleri değişmiş. Mahir ve Cihan, sıkıştırıyor. Yanımda… bir arkadaş ile tiyatronun önüne gittik. Onlar kapıda beklediler. Ben doğrudan, bilet satan genç adama gittim, açıkça:
–Arkadaş, ben devrimciyim. Tiyatronun çatısında bize ait iki bavul var. O bavulları almam gerekli, dedim. Bilet satan çocuk da SBF öğrencisiymiş. Durumu anladı ve çatıdan o bavulları aldım. Koray’la randevulaştık. O bavulları ben, Koray’a teslim edeceğim. Koray da, Cihan ve Mahir’e götürecek.
Kavaklıdere Sineması önünde, bir sokak arasında… O gece Koray, koşarak geldi, iki çantayı da kaptı, gitti.”
BEYAZ GÖMLEKLİ KRAVATLI BİR ÇOCUK VURULDU
En azından silah sorununu bir ölçüde çözmüşlerdi böylelikle. Ellerindeki silahlar, düşündükleri eylemleri gerçekleştirmeye yetecek kadar vardı. Bu arada Ankara’da operasyonlar, özellikle Cephe’nin ordu içindeki ilişkilerine yönelik olarak yoğunlaşmıştı. Asıl amaç, Mahirler’e ulaşmaktı. Bu operasyonlarda polis Koray Doğan’ın da adına ulaştı. Koray’ın ailesinin ve nişanlısının evine karakollar kuruldu. “O gece Koray’la, Hoşdere Caddesi’ndeki bir evde kaldık. Sabah Koray, bazı arkadaşlarla buluşmak üzere dışarı çıktı. Dönmesi gecikince bir şeyler olduğunu anladım. Kaldığım eve okuldan bir arkadaşı geldi. Telaşla Koray’ın üzerindeki giysileri sordu. Bindiği dolmuştaki bir kadın, Koray’ın nişanlısının evinin yakınında beyaz gömlekli, kravatlı bir çocuğu, polislerin vurduğunu söylemiş.”
Evet, o beyaz gömlekli, kravatlı çocuk, Koray’dan başkası değildi. Evin kapısını polis açmış, bunun üzerine Koray hemen silahını çekerek fırlamıştı. Arkasından açılan ateşle vuruldu orada Koray. Yaralı olarak bir inşaata giren Koray, orada tutsak düştü. Yaralı halde sorgulayarak Mahirlerin yerini öğrenmeye çalıştılar. Ama alamadılar istediklerini ve Koray’ı katlettiler. 8 Mart’tı o gün. Ve 1972’nin bu Mart ayı daha nelere gebeydi…
İDAMA TBMM’DEN ONAY!
İşte tam bu günlerde, Koray Doğan’ın katledilmesinden sadece iki gün sonra, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam kararları TBMM’de kabul edildi ve idam dosyaları senatoya gönderildi. (O dönem yasama organı Meclis ve Senato olmak üzere iki bölümden oluşuyordu.)
Denizler’le ilgili idam hükmü, Askeri Yargıtay tarafından 10 Ocak 1972’de onaylanmıştı. İdamın engellenmesi için aslında 12 Mart koşullarında olunmasına karşın, yoğun girişimler yapılmıştı.
Kararın uygulanmaması için hummalı bir çalışma başlatılıyor. Aralarında Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya kadar birçok aydın, meslek örgütleri temsilcileri idamlara karşı imza toplamışlardı. 12 Mart terörünün özellikle aydınlar üzerinde yoğunlaştığı bir dönemde cesur bir çıkıştı bu. Keza bazı okullarda boykotlar, hapishanelerde de açlık grevleri yapılmıştı. Fakat bunlara rağmen idam dosyası TBMM’ye getirildi.
10 Mart 1972’de TBMM’de yapılan oylamada, 450 milletvekilinden 245’i idamı onayladı. 63 milletvekili red oyu kullanırken, 124 milletvekili ise oylamaya katılmadı.
Oylama, Cumhuriyet Senatosu’nda da hemen hemen aynı oranlarda sonuçlandı. 183 senatörden 105’i idama evet derken, 36’sı hayır dedi. 42’si de oylamaya katılmamıştı.
İDAM OYLARI AP VE CHP’DEN
Oylamalarda Adalet Partililer, hemen hemen tümüyle Denizler’in idam edilmesi için el kaldırdılar. Denizler’in katledilmesini isteyenlerin başında Süleyman Demirel vardı. CHP yönetimi de gerçekte idamdan yanaydı. Partinin başındaki İsmet İnönü, idam kararları Meclis’e geldiğinde bağlayıcı grup kararı aldırmadı. Nitekim, meclisteki oylamada 144 CHP’liden 97’si Denizler’in idam edilmesi için oy kullandı. Keza senatoda da CHP’lilerin yarısı idamlara evet oyu verdiler.
CHP ve İnönü, sanki karşı gibi bir görünüm veriyordu. Bu çerçevede de İnönü kararı Anayasa Mahkemesi’ne götürmüştü. Anayasa Mahkemesi, idam kararını usül yönünden bozdu. Karar, Meclis ve Senato’da ikinci kez onaylandıktan sonra ise, İsmet İnönü, idamları durdurmak için böyle bir yol olmasına rağmen, ikinci kez Anayasa Mahkemesi’ne başvurmadı bile.
Kısacası, Denizler’i bir an önce ipe çekmek isteyenlerin başında Demirel ve AP’liler vardı. Ama bilinmeli ki, CHP’lilerin önemli bir bölümü de onlardan geri kalmadılar devrimcilere düşmanlıkta.
29 Kasım gecesinden bu yana 3 ay 10 gün geçmişti. TBMM’de Denizler’in idamıyla ilgili oylamanın yapılacağı 10 Mart günü, birçok kişi kararı bekliyordu.
Karar Mahirler için sürpriz olmadı. Biliyorlardı ki, Denizler’in idamıyla ilgili karar ‘hukuki’ değil, siyasiydi. Oligarşi, onları asarak devrimci harekete hem örgütsel, hem moral darbe vurmak istiyordu. Buna izin vermeyeceklerdi. Baştan beri, kararları buydu ve ilmik Denizler’in boğazına geçirilmişken, onları bu kararlarını hayata geçirmekten artık kimse alıkoyamazdı.
“KAÇARKEN… BAŞKALARINI KAÇIRMAYI PLANLIYORDUK”
Mahir, idamların onaylanmasında başrolü oynayan Adalet Partisi’nden Şinasi Osma ve Senato İdam Komisyonu Başkanı Turhan Kapanlı’nın istihbaratının çıkarılmasını ister yoldaşlarından. Onları kaçırabilirlerse, Denizler’in idamının engellenebilmesi ihtimal dahilindedir. Ama bu ihtimalden daha önemli ve belirleyici olan, Türkiye devrimci hareketinin, başka bir deyişle silahlı devrim cephesinin bu saldırı karşısında sessiz kalmamış olmasıdır.
THKO kadrolarından Cihan Alptekin de aynı günlerde, yabancı diplomatlara yönelik birtakım hazırlıklar içindedir.
Şimdi, 1972 Mart’ının Ankarası’nda bu planları yapan devrimcilerin durumuna şöyle bir bakalım.
Çok yoğun bir operasyon altındaydılar. Tutsaklıklar sonucunda ilişkileri, imkânları alabildiğine daralmıştı. Ulaş’ı, ardından Koray’ı şehit vermişlerdi. Çoğu “vur” emirleriyle aranıyordu. Ama onlar kendilerine yönelik vur emirleriyle değil, Denizlerin darağacına çıkarılacak olmasıyla ilgiliydiler. O dönemin ilişkilerinde yeralan bir Cepheli’nin dediği gibi; “Biz, kalacak yerimiz olmadığı halde, adamlar kaçırmaya kalkıyor, planlar yapıyorduk. Her gün kaçıyorduk, ancak, başkalarını da kaçırmayı tasarlıyorduk.”
Öyleydi ve zaten siyasi cüret denilen şey de buydu. Devrimin sorumluluğunu hissetmek, devrim iddia ve kararlılığını taşımak işte buydu.
Çok sonraları yapılan değerlendirmelerde, “aslında o zaman bu eylemleri yapmamalıydık” türünden söylemler çok duyuldu. Ama bu söylemler, ancak pişmanlıkların ve pişmanların tarihinde yer buldu kendine. Asıl tarih, kararlılıkla, cüretle, sorumlulukla, netlikle yazılmaya devam edecekti.
“NE YAPACAĞINI BİLİYORDU”
Doğruydu, süreç son derece zorluydu. Ama … mesele, tek bir eylemi gerçekleştirip gerçekleştirmemek de değil, devrim yürüyüşünü sürdürüp sürdürmemekti. Yine o günlerde Ankara’da Mahirler’le ilişki içinde olanlardan İsmet Öztürk, o günkü durumu şöyle özetleyecekti. “O sıralar ne yapacağını sadece Mahir biliyordu. Her şeyi o sıralar Mahir belirliyordu. Her olayda herkesin onayını alıyordu. Bu konularda çok yetkin ve kararlı bir insandı. Bu nedenle Mahir’i kimse ezip geçemiyordu.”
Önderlik de buydu.
1971’in sonu ve 1972’nin başındaki dört aylık zaman dilimini, sıradan bir zaman dilimi olmaktan çıkaran şey, işte bütün bunların biraraya gelmesiydi. Hergün, her an, atılan her adımla bir tarih yazılıyordu. Ve hiç kuşku yok ki, o adımlara önderlik edenler, bunun bilincindeydiler.
Sonraki çarpıtılmış tarih anlatımlarında başka türlü bir tablo çizilmeye çalışılsa da, rastlantılar ve zorunluluklar, bu tarihte en fazla tali bir rol oynuyordu. Tüm bu olayların siyasal olarak şöyle değil de böyle olmasını belirleyen ise 12 Mart terörü karşısında eğilip bükülmeyen, yolundan şaşmayan devrimci iradeydi.
KARADENİZ YOLCULUĞU
Adalet Partililer’e veya diplomatlara yönelik kaçırma çalışmaları sürerken, kaçırılanların sevkedilmesi amacıyla Karadeniz’den Ertan Saruhan Ankara’ya çağrılır. Fatsa’nın Beyceli Köyü’nden Ertan, Karadeniz’in yerel önderlerindendir. Ertan, yanında bir şoför ve bir kamyonla birlikte gelir Ankara’ya.
Ertan Saruhan, Ankara’da koşulların ne kadar zorlaştığına tanık olur. Mahirler’le yaptıkları görüşmeler sırasında “Ünye’de bulunan İngiliz teknisyenlerinin kaçırılabileceği” önerisini yapar. Bu öneri kabul görür ve Ankara’yı terketme kararı alınır.
Ankara, THKP-C’nin oluşumunda özel yeri olan bir şehirdir. Mahir’in önderliğinde sürdürülen ideolojik mücadelenin en önemli mekanlarından biri bu şehirdeki SBF’dir. Ama artık şehirler dar gelmektedir onlara.
15 veya 16 Mart gecesi, Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü ve Ömer Ayna, Samsun yolu üzerinde kendilerini bekleyen makarna yüklü kamyona, makarna çuvalları arasına yerleşirler ve hava iyice karardığında Mahirler’in Karadeniz yolculuğu başlar.
Ankara’da bulunan diğer kadroların bir kısmı da farklı güzergah ve araçlarla Karadeniz’e gitmek üzere yola çıkarlar. Karadeniz, zaten kır gerilla mücadelesini başlatmak için hep Cepheliler’in planlarında ve ufuklarında olan bir yerdir. Ankara’dan çıkarken bir bavul içerisindeki çeşitli çapta silahlar, el bombaları ve tabancaları da yanlarındadır.
18 Mart 1972 günü saat 16.00 sıralarında Ünye’ye varırlar. Oradan da Fatsa Yapraklı Köyü’ne geçerek Mehmet Atasoy’un evine yerleşirler.
Mahirler’in dışında bölgede bulunan kadrolardan Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Saffet Alp ve Sabahattin Kurt da başka bir eve yerleşmişlerdi. Dördü de Parti-Cephe’nin kadrolarıydılar. Sinan Kazım ve Hüdai Genel Komite üyesiydiler. Ve dördü de Parti-Cephe’nin devrim iddiasının ve kararlılığının temsilcisiydiler.
Mahirler’in kaldığı evle, diğer kadroların kaldığı ev arasındaki bağlantıyı da Ünye-Sarıhalil Köyü’nden Ahmet Atasoy sağlıyordu. Oyalanacak, ağırdan alınacak zaman değildi. Düşünülen eylem için istihbarat çalışmaları hızla tamamlandı ve Karadeniz’e ulaşalı, bir hafta dolduğunda, eylemi gerçekleştirmek için harekete geçtiler.