“Kızıldere Manifestosu Yolunda İleri” – 2

Direnişin Sesi’nde 3 Nisan Çarşamba günü yayınlanan, 30 Mart Kızıldere Manifestosu’na giden yolun son 4 ayının (1971 yılının Kasım sonu ve 1972’nin 30 Mart tarihleri arası) paylaşıldığı programın bölüm kaydını paylaşıyoruz.

Bölüm 3

Takvimler 25 Mart’ı gösteriyordu. Ünye Radar Üssü’nde görevli İngilizler’i kaçırmak için planlandığı gibi, Ünye hükümet binası bitişiğindeki, Kılıç Apartmanı’na yöneldiler. Ancak İngilizler’in kaldığı evin yakınında yolda hesapta olmayan bazı kişilerin varlığı nedeniyle, eylem ertelendi. Ertesi akşam, tekrar denenecekti.

Nitekim, 26 Mart 1972 Pazar günü, Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertuğrul Kürkçü ve karacı subay elbisesi giymiş bulunan Hüdai Arıkan, Kılıç Apartmanı’nda kalan üç İngiliz’in kapısını çaldılar. Askeri makamdan geldiklerini söyleyerek kapıyı açtıran savaşçılar, üç İngiliz’i rehin aldılar.

Aslında rehinelerinin sayısı, 12’ydi. Apartman girişinden itibaren karşılaştıkları bazı kişileri de rehin almak durumunda kalmışlardı. 12 kişiyi apartmanın 5. katında toplayan Mahirler, rehinelere korkmamalarını, kendilerine bir zarar vermeyeceklerini belirttiler. Hemen ardından da üç İngiliz’i yanlarına alarak bölgeden uzaklaştılar. Uzaklaşmadan önce de eylem yerine, daha önceden hazırladıkları “‘Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine” diye başlayan bildiriyi koydular.

Kılıç Apartmanı’ndan çıktılar. Yolculukları Kızıldere’yeydi şimdi. Yolculukları bir manifestoyaydı…

MAHİR VE DENİZ

Mahir ve Deniz… Yanyana çok fazla bulunmadılar belki. Ama tarih onların isimlerini çok sık yanyana getirdi. Eylemlerin en önündeydiler hep. Adları revizyonizmden kopuşta birlikte anıldı; örgütsel olarak olmasa da, siyasal olarak yanyanaydılar. Sonra 12 Mart koşullarında silahlı devrim cephesi içinde adları yine yanyana geldi. Kızıldere’de, asılmak istenen bir devrimci ve onun asılmasına, kendi ölümü pahasına izin vermeyen bir devrimci önder olarak adları yine yanyana anılacaktı… Ve adları, ihtilâlcilikleri, devrim saflarında birlikte yaşayacaktı…

KIZILDERE… Saat 05.00…

Takvimler 1972 yılının 30 Mart’ını gösteriyordu artık.

Gün ışıdı ışıyacaktı.

05.00 sıralarında Mahirler’in Kızıldere’de kaldığı ev kuşatıldı.

Mahir ve yoldaşları, önce bir ciple, ardından yürüyerek, yanlarındaki üç İngiliz rehineyle birlikte Kızıldere Köyü’ne ulaştılar. Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Sinan Kazım Özüdoğru da daha önceden köye gelmişti. Hepsi köy muhtarı Emrullah Aslan’ın evine üslendiler.

Üç İngiliz’in kaçırılması tüm ülkeyi sarsmıştı. Peki ne istiyordu Mahirler? Bu sorunun cevabı, üç İngiliz’i rehin aldıkları yere bıraktıkları bildiride yazılıydı;

“Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, Parlamentosu ve Hükümetine” diye başlayan ültimatom şöyle diyordu:

“(…) 1972’nin Türkiye’sinde tek bir yurtseverin, öncü savaşçısının oligarşinin ipiyle hayatına son verilmek istenirse, bu İngiliz ajanları da halkın devrimci öncülerinin, yani bizlerin kurşunlarıyla yok olacaklardır.

Dünya halklarının baş düşmanı Anglo-Amerikan emperyalizminin askeri örgütü olan NATO’da görevli bu İngiliz ajanlarının hayatlarına karşılık şartlarımız açıktır.

1- İnfazlar derhal duracak.

2- Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacaktır.

3- En çok 48 (kırk sekiz) saat içerisinde bu konuda Türkiye radyolarından infazların durdurulduğu hakkında yayın yapılması şarttır.

Bu şartlar yerine getirilmediği takdirde, kesin olarak bu İngiliz ajanları kurşuna dizilecektir.

Bu oligarşinin zulmüne, hainliğine, gaddarlığına, kan emiciliğine karşı bizlerin ilk ihtarıdır.

İnfazlar yerine getirilirse şu iyi bilinsin ki, ihtilalci misilleme sadece bu NATO ajanlarının yok edilmesiyle bitmeyecektir. Bu sadece başlangıç ve ilk ihtardır.”

ANKARA Alarmda… Kontrgerilla Kızıldere’de

Ankara’da, oligarşinin tüm kurum ve yetkilileri teyakkuz haline geçmişti. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nun gündemi bu eylemdi.

İçişleri Bakanı Ferit Kubat, Jandarma Komutanlığı’ndan Tuğgeneral Vehbi Parlar, Ankara Merkez Komutanı Tümgeneral Tevfik Tuning derhal Ünye’ye gönderildi. MİT’çiler, yeni oluşturulan kontrgerillanın vurucu ekipleri de bölgeye gönderildi.

Oligarşi bu arada ortaya para ödülü koyup halkı muhbirliğe teşvik etmeyi de ihmal etmiyordu. Ankara Sıkıyönetim ve 2. Ordu Komutanı Orgeneral Semih Sancar tarafından yayınlanan bildiride, İngilizler’in bulunmasına yardımcı olacak yurttaşlara “yüz bin liraya kadar mükafat” verileceği ilan edildi.

Halkı muhbirliğe çağıranlara CHP Genel Başkanı İsmet İnönü de eklendi. İnönü, açıklamasında “bağımsız mahkemeler” demagojisine sığınıp “Türkiye’de mahkemelerin tehdit altında hüküm vereceklerini… zannetmek hiçbir sonucu olmayan meyüsane bir teşebbüstür” diyor ve ardından ekliyordu: “Şehirlisi, köylüsü bütün Ordu ili, yakın iller, bütün memleket bunların peşine düşmelidir.”

Bir zamanlar, İngiliz emperyalizmine karşı Kurtuluş Savaşı veren “milli şef”, şimdi İngiliz ajanlarını kurtarmak için, emperyalizme karşı dövüşen devrimcilere karşı “sürek avı” düzenlenmesini istiyordu. Bu arada İngiliz Hükümeti’nin tavrı da ilginçti. İngiliz Hükümeti, rehin alınan üç İngiliz teknisyeninin hayatını kurtarmak için Türk hükümetinin “eylemcilere taviz vermemesini” istiyordu. Emperyalistler için üç ajanın lafı mı olurdu devrim mücadelesi karşısında.

İngiliz burjuvazisi, sınıfsal karakterine uygun olarak, devrime taviz vermektense, kendi ajanlarını ölüme terketmeyi tercih ediyordu.

KUŞATMA DARALIYOR

Hazırlıkların hemen ardından o güne kadar görülmüş en büyük takip operasyonu başlatıldı Karadeniz’de. Ankara, Tokat, Nevşehir, Amasya’dan getirilen polis, ordu birlikleri ve özellikle komandolar tarafından her yerde çevirmelere girişildi. Havadan ve karadan, mağaralara varıncaya kadar geniş bir alan aranıyordu.

Fakat ilginçti, gerçekte Mahirler’in bölgedeki eylemi ve sonraki gidiş yerleri hakkında birçok kişi bilgi sahibi olmasına karşın, kimse oligarşiye muhbirlik yapmıyor, oligarşi bunun karşısında halk ve ilerici çevreler üzerindeki terörünü alabildiğine artırıyordu.

24-30 Mart arasındaki günler içinde, Ünye ve Fatsa’da devrimcilerle ilgisi olan, tabiri caizse “devrimcilere selam vermiş” herkesi topladılar. Bilinen devrimcilerin, işçi ve köylü mücadelesinin yerel önderlerinin evlerine, işyerlerine “yıldırım” baskınlar yapıldı, gözaltına alınanlar işkencelerden geçirildi.

Kızılderedekiler’in etrafındaki kuşatma an an daralıyordu. Birleşen ipuçları, oligarşinin bekçilerini de Kızıldere’ye kadar getirmişti.

GÜÇLER EŞİT DEĞİLDİ FAKAT…

Takvim yaprağı  1972 yılının 30 Mart’ındaydı şimdi. 05.00 sıralarında Mahirler’in Kızıldere’de kaldığı ev kuşatıldı.

Esasında sadece ev değil, tüm köyün etrafı daha geceden sarılmıştı. Evdeki savaşçılar, komando erlerinin sürünerek kaldıkları eve doğru yaklaştıklarını ve bazı yerlerde mevzilendiklerini gördüler.

Bir teğmen ve bir astsubayın eve doğru yaklaşması üzerine, ev sahibi muhtar Emrullah Aslan onları karşılamak üzere dışarı çıkarıldı. Evden uzaklaşırken karısını, gelinini ve kızını yanına alan muhtar bir daha eve dönmedi. 

Bu sırada dışarıdan, ‘Alçaklar, çocukların arkasına saklanıyorlar’ diye bir ses duyuldu. En zor koşullarda bile, halktan insanların güvenliğini almaya öncelik veren bu savaşçılar için yapılabilecek en ağır ithamlardan biriydi bu. Bunun üzerine evdeki savaşçılar, evde başka kimse olup olmadığını araştırdılar hemen ve evin mutfak bölümünde muhtarın bir çocuğu ve iki torununu buldular. Çocuklar derhal kapı açılarak dışarı çıkartıldı.

Evin etrafı tamamen sarıldıktan sonra, megafondan yükselen metalik bir ses yayıldı köyün üstüne. Bu ses, içerideki devrimcilerden “kayıtsız şartsız teslim olmalarını” istiyordu.

Gerillalar, üst kata çıkıp çatışmak için hazırlık yapmaya başlamışlardı çoktan. Kiremitlerin bir kısmını açarak ateş edebilecekleri mazgallar açmışlar, alt kata da barikatlar kurup, kapı, pencere önlerini sağlamlaştırmışlardı. Kuşku yok ki, güçler askeri anlamda eşit değildi, ama her halükarda savaşacaklardı, taleplerinde ısrar edeceklerdi, öleceklerse, ölümlerini düşmana pahalıya maledeceklerdi.

Biliyorlardı ki, artık hiçbir şey, “o an”la, o köyle, hatta somuttaki talepleriyle sınırlı değildi. Anın, bulundukları yerin ötesinde Türkiye devrim tarihi yazılıyordu. Üç beş maceracı olmadıklarını, mevcut düzeni tümüyle değiştirip iktidarı almayı hedefleyen bir partinin önder ve kadroları olduklarını ortaya koyacaklardı tavırlarıyla.

Oligarşinin kuşatması sıkılaşırken, o ana kadar elleri bağlanmamış olan İngiliz rehinelerin de bir karmaşada kaçmalarını önlemek için elleri bağlandı ve üçü de kurşun isabet etmeyecek bir yere konuldu.

Megafondaki metalik ses geçen bu kısa süre içinde köyün üstüne asılıp kalmıştı adeta:

– Teslim olun!

Mahirler cevap verdiler:

– Kimse teslim olmayacak, şartlarımızı kabul etmezseniz İngilizler vurulacak.

Metalik ses, umutsuzca devam ettirdi çağrısını:

– Bakın teslim olursanız hiçbir şey yapılmayacak, size söz veriyoruz.

Zavallı katliamcılar. Orada, karşılarındaki devrimciler için “kendilerine bir şey yapılıp yapılmamasının” hiçbir önem taşımadığını anlayabilecek zekâdan ve duygudan yoksundular. Eğer onlar salt kendi canlarının derdinde olsalardı, Kızıldere’ye gelmezler, bu eyleme girişmezler, soluğu yurtdışında almış olurlardı çoktan. Ama karşılarındaki düzenin paralı uşaklarının kendini devrim için, yoldaşları için feda eden böyle bir duyguyu anlamaları mümkün değildi.

Mahir cevap verdi bu kez doğrudan:

– Teslim olmayacağız, siz kuşatmayı kaldıracaksınız. Bütün dünyanın gözü kulağı burada. Kuşatmayı kaldırmaz, şartlarımıza uymazsanız İngilizler’i vuracağız. Ölmeye ve öldürmeye kararlıyız.

Ölmek ve öldürmek yazılıydı sınıflar mücadelesinin kanunlarında. Gerekirse öldürecek, gerekirse öleceklerdi. Tersini iddia etmek, sınıflar mücadelesini devrimci rotasından saptırmaktı. İşte, Türkiye sınıflar mücadelesinin bu evresinde de ölünecek ve öldürülecekti. Karşı-devrim sesleniyordu o anda yine:

– Teslim oluuun!….

Devrimin, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin önderi Mahir Çayan, kısa, kesin, tek bir cümleyle verdi son cevabı:

– “BİZ BURAYA DÖNMEYE DEĞİL ÖLMEYE GELDİK!”

Sabah saat yedi civarıydı.

Köydeki katliam operasyonunu yürüten J. Alb. Sezai Durukan, “İngilizler’in Türkiye’de misafir bulundukları, İngilizler’in öldürülmesinin Türk milletini güç durumda bırakacağı” gibi zekâ düzeyini yansıtan demagojiler yapmaktaydı. Ünye’deki NATO radar üssü de herhalde Türkiye Cumhuriyeti’nin misafirlerini ağırlamak için kurulmuş bir “dinlenme tesisi” olmalıydı!..

Bu arada katliamcılar, İngilizler’in hâlâ sağ olduğunu göstermelerini istedi direnişçilerden. Üç İngiliz, pencereden dışarı gösterildi. İngilizler, kendi dillerinde “ateş etmeyin, ateş edilirse bizi öldürecekler, kurtarılmamız için şartlarını kabul edin” şeklinde seslendiler katliamcılara. Elbette kendi hükümetlerinin Türkiye oligarşisine “ne olursa olsun gerillalara taviz vermeyin” dediğinden habersizdiler.

Bir süre sonra helikopterler gelmeye ve evin arka tarafındaki yamacın arkasına inmeye başladı. Gelişmeler, saldırının başlayacağına işaret ediyordu.

O gün orada bulunanlardan MİT’çi Mehmet Eymür o anları anlatıyor:

“Mahir Çayan ve Ömer Ayna’nın pencereden dışarı baktıklarını gördük. Askerler megafonla teröristlere çağrıda bulunarak etraflarının sarıldığını ve teslim olmalarını söylediler. Mahir cevaben ‘… yaklaşıldığı veya ateş açıldığı takdirde ellerinde bulunan 3 İngiliz rehineyi derhal öldüreceklerini, ölmeye ve öldürmeye kararlı olduklarını, sonuna kadar çarpışacaklarını’ bildirdi.

… Çayan ve arkadaşları marşlar söylemeye ve zaman zaman askerlere laf atmaya başladılar. Bizi sivil pantolonlarımızdan tanımışlar, ‘Sam Amcanın adamları’, ‘Faşist MİT’çiler’ gibi sözlerle bizleri kızdırmaya çalışıyorlardı.

Aramızda 150-200 metre kadar mesafe vardı. Biz de onlara cevap veriyorduk. Erlere ise dokunaklı laflarla tesir etmeye çalışıyor, faşist subayların emriyle hareket etmemelerini telkin ediyorlardı… Bir ara evden çıkan dumanlardan bazı şeyleri yaktıklarını anladık.”

Mahirler, üstlerindeki para, kimlik, döküman, ne varsa yaktılar. Düşmanın işine yarayacak tek çöp bile kalmayacaktı geride ve bu da geleceğe uzanacak bir gelenek olacaktı.

SON KARAR: ÖLMEK VAR, DÖNMEK YOK!

Dışarıdaki hareketliliğin artmasıyla, içeride bulunanlar, kendi aralarında son bir durum değerlendirmesi yaptılar. Üç İngiliz’in dışında 11 kişiydiler. 11 kişinin arasındaki bu kısa durum değerlendirmesinden çıkan sonuç; şartları kabul edilmediği takdirde ölmek var, dönmek yoktu! Ateş açıldığı takdirde İngilizler’in de vurulması kararlaştırıldı.

Pencereler ve kapılardaki barikatları, evdeki yatak, yorgan gibi bulabildikleri tüm eşyalarla takviye ettiler. Gerillaların hazırlıklarını hemen hemen bitirdikleri anda, ki, saat 10.00 sularıydı, evden bir marş yükselmeye başladı:

Gün doğdu, hep uyandık

Siperlere dayandık

Bağımsızlık uğruna

Al kanlara boyandık.

İşçi köylü hep beraber

Faşist düzene karşı

Halk savaşı veriyoruz

Emperyalizme karşı

Yolumuz devrim yolu

Gelin kardaşlar gelin…”

SİPER YOLDAŞLIĞININ HARCI KANLA KARILIYOR

İşçi, köylü, öğrenci, proletarya aydınıydılar. Farklı farklı örgütlerdendiler üstelik. Mahirler, Denizler’in idamını önleme planını yaparken, “onlar başka bir örgütün insanları” diye düşünmediler; sorun devrimin sorunuydu. Sözkonusu olan devrimin prestiji ve geleceğiydi.

İşte burada da THKO ve THKP-C’liler birlikteydiler. Omuz omuzaydılar. Belki birazdan kanları karışacaktı birbirlerine. Devrimci dayanışmanın, devrim için birliğin, en mükemmel örneklerinden birini sunuyorlardı geleceğin devrimcilerine.

Marşın ardından, bir gerilla “Karayılan der ki harbe oturak”… türküsüne başladı kararlı sesiyle. Diğer gerillalar da katıldılar türküye. Türkünün ardından kısa bir sessizlik ve ardından Kızıldere’deki köy evinden sloganlar patlıyor: “Yaşasın Türkiye Halk Kurtuluş Partisi”, “Yaşasın Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu”… İki farklı örgütün kadro ve savaşçıları, birlikte iki örgüt için slogan atıyorlardı. Kızıldere’yi Kızıldere yapan unsurlardan biri vardı bu sloganlarda. Kızıldere, o günden siper yoldaşlığının kolay kolay aşılamayacak bir örneği olarak yazılıyordu tarihe.

Saatler ilerliyordu.

TARİHE YAZILAN BİR CÜMLE

Öğlen saatlerinde yeniden gerillalara teslim olmaları çağrısı yapıldı. Oligarşi, savaşçılar içindeki olabileceğini düşündüğü zayıflıklara seslenen demagojiler yapmayı da ihmal etmiyordu. Mahir Çayan, tüm savaşçıları tekrar biraraya toplayarak, “teslim olmamanın doğru olduğunu, buna karşılık yine de teslim olmak isteyen varsa teslim olmasını” söylediği bir konuşma yaptı. Kızıldere savaşçılarının kararlılığı netti. Çarpışacaklardı; son nefeslerine ve son kurşunlarına kadar.

İçişleri Bakanı Ferit Kubat da Kızıldere’deydi. Daha sonra, katliamdan sonra TBMM’de yaptığı açıklamada şunları anlatacaktı: “Devamlı ihtar ve tekliflerimiz küfür ve ateşle şöylece karşılanmıştır: ‘Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik.’ Bu sözlerden ölmeye ve öldürmeye kararlı oldukları… ve ecnebilere kıyma teşebbüsünde oldukları tarafımızdan anlaşılmıştır.

Kızıldere’de kuşatma, direniş ve çatışma saatlerce sürmüştü. Saatler boyu pek çok söz sarf edilmişti karşılıklı; ama işte İçişleri Bakanı’nın meclisteki konuşması da gösteriyordu ki, bir cümle, o bir tek cümle kazınıp kalmıştı herkesin beynine: ‘Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik.’

Saat 12.00 sıralarında, oligarşinin sözcüleri “İngilizler’in hayatından endişe edildiğini, kendilerine gösterilmesini” istediler. Katliamcılar oyun oynuyor, manevra yapıyordu. Mahirler, “Biz kendimiz istediğimiz zaman gösteririz” diyerek katliamcıların bu isteğini reddettiler.

SAVAŞIN “ARASI” YOK!

Bu arada yaşanan bir diyalog, artık çatışma anının yaklaştığını bir kez daha gösteriyordu.

Dışarıdan yapılan “teslim ol” çağrılarına, içeridekiler yine aynı cevabı vermiş, “teslim olmayacağız” demişlerdi. Dışarıdan bu cevaba verilen karşılık da “o halde öleceksiniz!” idi.

Kavga sertti. Emperyalizme ve oligarşiye karşı savaşın “arası” yoktu. Kızıldere’deki cevaplar, o günden sonra, onlarca savaş ve direniş mevzisinde karşılıklı tekrar edilmeye devam edilecekti. Çünkü tarihin ve herkesin tanık olacağı gibi, Kızıldere son değildi ve savaş sürecekti…

Saat 14.00 sıralarında helikopterlerden üst rütbeli oldukları belli olan birileri indi. Evi görecek şekilde çepeçevre makinalı tüfekler yerleştirilmişti.

Çatıda açılan mazgal deliklerinde Mahir Çayan, Saffet Alp ve Ertuğrul Kürkçü vardı. İngilizler’in başında Cihan Alptekin duruyordu. Diğer gerillalar da evin değişik bölümlerinde mevzilenmişlerdi.

Saatler, 14.00’ü biraz geçerken, dışarıdan biri seslendi: “İçinizden biri çıksın, konuşmak istiyoruz!”

Dışarıdan seslenen Osmanlı’nın torunuydu. Hani şu her padişahın kardeşlerini öldürttüğü, vezirlerin, paşaların hileyle saraya çağırtılıp kementlerle boğdurulduğu Osmanlı’nın torunları… Hile çoktu Osmanlı’da.

Çatıdakiler, düşmanın çağrısına cevap olarak birini çıkardılar. Katliamcıların başındaki yetkililerden biri “bir süre beklemelerini, bir çağrı yapacaklarını” söyledi. O andan itibaren kısa bir sessizlik oldu… Ve sessizlik, önce katliamcıların safından gelen bir el silah sesiyle bozuldu.

Bir el silah sesi, katliamcılar güruhuna verilmiş bir işaretti. Aynı anda, evin çevresine yerleştirilmiş makinalı tüfekler atışa başladı. Mahir ve yanındakiler çatıdaki mazgallardan çekilirken, işte o anda vuruldu Mahir.

ŞİMDİ ORASI BİR KAN DERESİ

Bir savaşçı Mahir’i aşağıya çekmeye çalışırken, diğer savaşçılar daha önce ilan ettikleri gibi, üç İngiliz’i vurarak cezalandırdılar.

Kurşunlar yağarken “Tam Bağımsız Türkiye” sloganları yükseliyordu kerpiç evden. 11 savaşçıdan biri -Ertuğrul Kürkçü- o arada kaçıp samanlığa sığınacak, ama diğer savaşçılar, birkaç saat önce sözleştikleri gibi, aylar önce mitinglerde, yürüyüşlerde and içtikleri gibi, Cepheli olurken söz verdikleri gibi, son nefeslerine kadar çatışarak şehit düşeceklerdi.

Türkiye halkları, Mahir gibi bir önderini, on yiğit evladını kaybetti Kızıldere’de. Kerpiç ev, on devrimcinin kanlarıyla kızıllaştı. Tarihi bir rastlantıydı belki köyün adının Kızıldere olması; şimdi orası gerçekten kan akan bir dereydi.

Yıllar sonra oligarşi Kızıldere Köyü’nün adını “Ataköy” yapacaktı ama orası hep Kızıldere olarak kalacaktı. Tarih, oligarşinin yaptığı yasalardan güçlüydü çünkü. Mahirler’in onları katledenlerden güçlü olduğu gibi… 30 Mart 1972’den geriye oligarşinin zafer çığlıkları değil, devrim yolunu aydınlatan bir meşale, bir direniş manifestosu ve türküler kaldı… Kızıldere’nin üstünde bir türkü söylenip duruyor o günden beri;

Birde çoğuz çokda biriz

Ne evveliz ne ahiriz

Hepimiz birer Mahir’iz

Canımıza can isteriz

….

Gülsün diye tüm halkımız

Kanımıza kan isteriz

Kızıldere akmayacak

Boşa kurşun yakmayacak

Kavga burda bitmeyecek

Devrim için can veririz

Verildi. Mahirler Sabolar, Sinanlar, Niyaziler oldular. Hüseyinler, Ulaşlar çoğaldı. Çoğaldı Maltepe, Arnavutköy, Kızıldere. Çiftehavuzlar’dan Dersim’e, Bağcılar’dan Çaytaşı’na, Toroslar’dan Gölgeliye, gecekonduların ayaklanmalarında, ölüm oruçlarında büyüdü gelenek.

Kızıldere’nin üstüne öyle bir tarih yazıldı ki, bu ülkede aklı başında hiç kimse, o günden beri, Kızıldere’nin bir son olduğunu iddia etmeye cüret edemedi… Kızıldere öyle bir meşale ki, hala yanmaya devam ediyor.

– Bitti –

(-) Bu yazı dizisinin hazırlanmasında Ekmek ve Adalet dergisinin 156-158. sayılarındaki dizi yazı esas alınmış; dizide Kızıldere Adalıların Türküsü (Boran Yayınevi), Mahir (Turan Feyizoğlu), Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, THKP-C ve Kızıldere (Koray Düzgören) adlı kitaplardan yararlanılmıştır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Benzer Yazılar