Nevzat Kalaycı (1996 Ölüm Orucu Gazisi / İzmir-Buca) Buca Hapishanesi Katliamını Anlatıyor…
YER: İzmir Buca Hapishanesi
TARİH: 21 Eylül 1996
1995’in 21 Eylül’ündeki Buca Hapishanesi katliamı, anlık bir gelişmenin sonucu değildi. Planlı, programlı bir saldırıydı. Katletmek için gelmişlerdi. Gazi ayaklanması, 1 Mayıs, Sibel Yalçın’ın cenazesi, devrimin halk kitleleri içinde gelişmesinin, büyümesinin ifadesiydi ve bu gelişim oranında devletin saldırıları da boyutlanıyordu.
Tutuklamalar olağanüstü ölçüde artmıştı. Neredeyse gözaltına allınan herkes tutuklanıyor, hapishanelerde tutsak kitlesi sürekli artıyordu. Amaç belliydi tabii; bu gelişimin önünü kesmek, devrimci demokrat kesimlere gözdağı vermekti.
Bu gelişmeler yaşanırken 17 Temmuz 1995’te Buca hapishanesinde bir özgürlük eylemi gerçekleşti. 21 Eylül günü Buca’da gerçekleşen katliamı anlatabilmek için özel olarak 17 Temmuz’u anmak gerekiyor. 17 Temmuz’dan 21 Eylül’e kadar geçen 2,5 aylık sürede saldırılar giderek tırmanmış, devrimci tutsakları katletmek için hazırlık yapılmıştır.
*
17 Temmuz’da dört yoldaşımızı özgürlüğe uğurlamıştık. Ali Rıza Kurt, Celalettin Ali Güler, Tevfik Durdemir, Bülent Pak yoldaşlarımız mapushane parmaklıklarını aşıp özgürlüğe merhaba demişlerdi.
Görüşten sonra görüş yerinin rutin kontrollerini yapan idare, durumu farkedince panikle koğuşlara yöneldi. Gardiyan ordusuyla koğuşlara sayıma girdiler. Şaşkındılar. Ali Rıza’nın, Tevfik’in, Bülent’in, Celo’nun adını boş yere seslendiler gizli, saklı denilebilecek her köşeye… Kadınlar koğuşunda da firar eden vardır diye sayım aldılar.
O akşam kapılan kapanmadan çıktık havalandırmaya. En coşkulu türkülerimizi söyledik.
Buradan kaçılmaz dediler / Peh peh peh / Gidiyoruz dörder beşer / hey hey hey
Zincir vız, demir vız, duvar vız / Vız gelir bize vız
17 Temmuz’a kadar Buca’da birçok özgürlük eylemi yarım kalmış, açığa çıkardıkları her girişimle “Burası Buca, buradan kaçılmaz!” düşüncesini güçlendirmişlerdi. Bu yüzdendir ki 17 Temmuz eyleminin şaşkınlığı büyük oldu.
Birgün sonra şaşkınlıklarını üzerlerinden atmış, saldırı niyetleriyle karşımızdaydılar. Aramaya girdiler.. Koğuşta önceki aramalarda dokunmadıkları-dokunamadıkları ne varsa alıp maltaya çıkardılar. Boş kasalara kadar “fazla” gördükleri ne varsa alıyorlardı. Hazımsızlıkları her davranışlarına yansıyor, sorun çıkartmaya çalışıyorlardı. Daha önce koğuşa almadığımız gardiyanları getirmiş, yeni dayatmalarda bulunuyorlardı. Ama yapılan hiçbir şey bizim moralimizi bozacak durumda değildi.
Talan aramasından sonra koğuşlararası gazete alışverişi de dahil her tür alışverişin yasak olduğunu bildirdiler. Alkışlarla karşıladık. Hiçbir hak gasbı özgürlük eyleminin coşkusunu gölgeleyemezdi. Bir tarafta coşku, bir tarafta hazımsızlık… Çatışma bu anlamda da yaşanıyordu. Hazımsızlık cephesinden saldırılar peşpeşe gelmeye başladı. Avukat görüşlerinde ayakkabı araması, hastane, mahkeme gidişlerinde çift kelepçe, ayakkabı araması dayatması başladı. Fırsat yarattıkça fiili saldırılara yöneliyorlardı.
*
“15 gün savaşları”
27 Temmuz’da televizyondan Ali Rıza’nın İzmir Hatay’daki bir evde katledildiğinin haberini izledik. Ali Rıza Kurt SDB komutanı ve savaşçısı olarak birçok halk düşmanına halkın adaletini uygulamıştı. 10 günlük özgürlüğünün ardından katledilmesi, zulüm cephesinde sevinç yarattı. Zulüm bu fırsatı kaçırmadı. Psikolojik üstünlüğü ele geçiririm düşüncesiyle aramaya girdiler. Erkek arkadaşların kaldığı 6. ve 7. koğuşlarda panolarımızda asılı duran değerlerimize saldırmak istediler. Arkadaşlar keyfiyete izin vermeyince fiili bir durum yaşandı. askerler, ölüm orucunda şehit düşecek olan Serdar Karabulut yoldaşımızın da bulunduğu dört kişiyi maltaya çektiler. Bunun üzerine koğuştaki arkadaşlar da müdür, asker, gardiyan kim varsa alabildikleri kadar rehin aldılar.
Serdarları hınçlarını alana kadar dövdüler. Ancak koğuşta rehinelerin olması, sürgün saldırısının önüne geçti. Arkadaşlarımızın tekrar koğuşa getirilmelerini istedik. Onların hastaneye kaldırıldığını, tedavileri yapıldıktan sonra geriye getirileceklerini açıkladılar. Sonunda da arkadaşları getirdiler. Fiili durum ortadan kalktı. Serdar yaşadıklarını gülerek anlatıyordu. Direnişin olduğu yerde, yüzlerden gülüşler eksik olmaz. Yaşanan fiziki acılar gülüşleri gölgeleyemez… Serdar’ı zincirlemişler yatağa. Sargılar içindeyken işkence yapmışlar. Acısından ziyade, eli kolu bağlı cevap verememek rahatsız etmişti Serdar’ı.
Bunu başka saldırılar izledi.
Özgürlük eyleminin ardından mahkemeye çıkanlar nasıl karşılanacak tahmin edebiliyorduk. Saldıracakları kesindi. Eylemin ardından ilk mahkeme Rızgari davasından arkadaşlarındı. Önce mahkemeye gidecek erkek tutsakları aldılar. Mahkemeye çıkarılanların işkence karşısında attıkları sloganları duyunca, bütün koğuşlar kapıları dövmeye başladık. Bir yandan da slogan atıyorduk. Kapı aralığından erkek gardiyanların ellerinde sopalarla koşarak bizim koğuşa yöneldiklerini gördük. Kapının kilidini açıp saldırmaya başladılar. Biz de birkaç camı indirdik elimize ne geliyorsa, karşımızdakilere atmaya başladık. Gardiyanların esas olarak geriye çekilmesi ateş yakmamız üzerine oldu. Ama bu arada bazı arkadaşlarımızı maltaya çekmişlerdi. Büyük direnişimizde kendini yakarak feda eden Günay Öğrener de maltaya çıkarılanlar arasındaydı.
Bizi maltaya çıkardıklarında nereye koyacaklarını şaşırdılar. Ortada kalakaldık. O sırada müdür geldi. “Mahkemeciler bunlar değildi” dedi. Sanki Rızgari davasından tutukluların nerede kaldığını bilmiyorlarmış da bize yanlışlıkla saldırmışlar gibi… Kapıyı açtılar, koğuşa geri girdik. Saldırıda en fazla darbeyi Günay almıştı. Çenesi çıkmıştı. Yemek yiyemiyor, konuşamıyordu. Yüzü şişmişti. Birkaç gün öyle kaldı. Sonra bir arkadaşımız Günay’ı kucaklayayım derken, yüzünü kendine doğru çekti ve bir küt sesi duyuldu o anda. Bu sesin ardından Günay’ın çıkan çenesinin yerine oturduğunu anladık. Günay konuşabilmeye başladı. Hızlı ve çok konuşurdu. Fiziki açıdan çok, konuşamamak rahatsız etmişti onu…
Özgürlük eyleminin ardından dışarıda da ailelerimize yönelik yoğun gözaltı operasyonları yapılıyordu. Bu gözaltıların ardından tutuklananlardan bazılarını koğuşlara vermediler. Yeni tutuklananları yanımıza alabilmek için direndik. Saldırırlarsa saldırıyla karşılık vermenin hazırlığını yaptık. Direnişin ardından yeni tutuklananları yanımıza alabildik. Aileleri tutuklamışlardı genel olarak. Yeni gelen arkadaşlarla DHKP-C Davası tutsakları olarak sayımız 100’ün üzerindeydi. Her yaştan her kesimden tutuklananlar vardı.
Buca katliamını yazıya döken arkadaşlar, özgürlük eyleminin ardından yoğun olarak yaşadığımız bu fiziki saldırılar dönemini “15 gün savaşları” olarak tarihe kaydettiler. Bu kitap çalışmasına 19 Aralık’ta zulmü durdurmak için bedenini tutuşturan Murat Özdemir ve ölüm orucunda şehit düşen Gökhan Özocak’ın çok emekleri geçmişti.
15 gün savaşlarının başarıyla üstesinden gelsek de, hapishanede hak gaspları ve fiili saldırılar devam ediyordu. 12 Eylül günü mahkemeye çıkan arkadaşımıza işkence yapmışlardı. Saldırıya uğramış halini görünce “Biz size arkadaşımızı böyle mi verdik” diye tepkimizi dile getirdik. Bu olay gazetelerde, tutuklular 12 Eylül’ü protesto etmek için maltayı işgal ettiler şeklinde yer aldı. Buca’ya dair çarpıtılmış haberler sıklıkla medyada yer alıyordu zaten.. Medya, saldırılardaki ‘malum’ rolünü oynuyordu.
*
Özgürlük eyleminin üzerinden 2 ay geçmişti. Gasbedilen haklarımızı geri almak için yaptığımız eyllemlere idarenin cevabı, varolan sorunları çözmek yerine katliam hazırlığı oldu. Bir yerden sonra artık sayıma da gelmez olmuşlardı. Ama çatılarda, koridorda asker dolaşıyordu. Saldırıya hazırlandıkları, bizi tedirgin etmeye çalıştıkları belliydi. Askerler hapishanenin etrafında eğitim koşusu yaparken sloganları bize yönelik oluyordu: “Vur vur inlesin / Dev-Sol dinlesin”, “Bir operasyon var bu gece”…
*
21 Eylül günü; sayım alınmamasının üzerine birkaç haftadır varolan olağanüstü koşullarda yaşamaya devam ediyorduk. Öğlen vakti saat bir civarıydı. Nöbetçi arkadaş “Maltaya albay girdi” diye haber verdi. Askerin maltaya girdiği haberini allınca toparlanmaya başladık. Sayıları artmaya başlamıştı. Ayrıca kasa kasa birşeyler taşıyorlarmış. Bunların bombalar olduğunu çatışma başladığında anladık. Son hazırlıklarımızı da tamamlayıp hepimiz iç kısma geçtik, sessiz ama seri olmaya çalışarak barikatımızı kurduk. Kadınlar koğuşu olarak biz bu hazırlıkları yaparken, savcı Yaşar Aslan, yanındaki rütbeliyle 6. koğuşun kapısına gidiyor. Kapıyı açıyorlar. Temsilcimize “sayım almaya geldik” diyorlar. Temsilcimiz de “böyle sayım mı olur, askeri çeker, gelir sayımınızı alırsınız” içeriğinde sözler söylüyor.
Tek tek resimler üzerinden sayım alacaklarmış. Asker yığınağının, bomba stoğunun yardımıyla sayım gelmişler!!!
Serdar temsilcimize sesleniyor; “gel yoldaş, bunların niyeti belli” diyerek konuşmaya son noktayı koyuyor. Bizimkiler iç kapının ardına çekilip barikat kurmaya başlıyorlar, o anda saldırı da başlıyor.
Kadınlar koğuşu olarak barikat başında beklerken, bomba seslerini, küfürleri, sloganları, çatışma gürültülerini duymaya başladık. Sürekli kapımızın kilidiyle oynuyor, küfürler ederek “sıra size de gelecek” diyorlardı. 6. ve 7. koğuşlardaki yoldaşlarımızı düşünüyor, durumlarını merak ediyorduk…
*
Yusuf Bağ, barikatın en önünde çatışıyor, bir yandan tazyikli sulara sırtını vermiş, elindeki son sigaradan bir nefes çekmeye çalışıyormuş. Uğur Sarıaslan, açılan tavandan atılan bombaları yakalayıp havalandırmaya atıyormuş. Sıkılan tazyikli suların merdivenlerden havalandırmaya akmasıyla oluşan su birikintisi bombaların etkisini azaltıyormuş. Turan abi, cam taşıyormuş barikat başındakilere. Bizimkiler eline ne geçerse saldırıyı püskürtmek için atarken, malzemeleri de tüketmeye başlamışlar.
6. Koğuşun barikatı iyice zorlanmaya başladığında, 7. koğuştaki arkadaşlar, saldırıyı üzerlerine çekmek için koğuşu ateşe veriyorlar. Barikat tutuşuyor, arkadaşlar koğuşun arka kısmında toplanıyorlar, birbirlerini kontrol ederken Murat Çoban’ın yanlarında olmadığını farkediyorlar. Sesleniyorlar. Murat ateşe verilen barikatın üstünde, orada bekliyor… Sonra soruyorlar Murat Çoban’a, neden orada kaldın diye. Murat da, “barikatı tutuşturacağız denilince, kendimizi de ateşe vereceğimizi zannettim” diyor. Öyle tereddütsüz kalıyor ateşin ortasında.
7. koğuşta Gökhan Özocak, Murat Özdemir de var. 6. koğuştakilere “Sizi seviyoruz” diyorlar ve bunun tartışılmaz, somut ve görkemli bir kanıtı olarak da saldırıyı üzerlerine çekmek için koğuşu ateşe veriyorlar.
6. ve 7. koğuştan slogan sesleri yükseliyor. Şehitlerimiz bizimle. Günerler teslim olun diyen katillerine “asıl siz halkın adaletine teslim olun” diyor Yusuflarla, Serdarlarla. Recai Dinçeller “Devrimci Solcular teslim olmaz” diyor, “Bize ölüm yok”, “Bayrağımız ülkenin dört bir yanında dalgalanacak” sloganları yükseliyor koğuşlardan… Mahir’in resmi atılan sis bombalarının içinden aydınlık saçıyor, direnen yoldaşlarıyla onur duyuyor Mahir. Gazi’nin yoksul konduluları bizimle… O koğuşlar vatan toprakları, savunuluyor ölümüne.
Kadınlar koğuşunda Yasemin “şimdi Dayı bizi düşünüyordur” diyor. Yürekten yüreğe sıcaklığı ulaşıyor önderimizin. Göğsümüz daha bir kabarıyor. Buca direniyor kadını erkeğiyle, genci yaşlısıyla. Cephelilerin kanı akıyor vatan topraklarına. Direnişin sesi yükseliyor, yangınların, bombaların ortasında.
Barikat zorlanıyor işte. İtfaiyecilerin demir çengeli, zehrini akıtan bir yılan gibi barikatı yarmaya çalışıyor. Kaynak makinalarıyla kesmeye çalışıyorlar demir kapıyı. Ve işte yüzyüze geliniyor. Artık çıplak elle karşılanacak demir sopalar, saldırılar. Tek tek koparmaya çalışıyorlar yoldaşlarımızı. İtfaiye çengeli artık barikattaki malzemelere değil, yoldaşlarımızın kafalarına geçiriliyor. Saçlı deri parçaları koparıyor kafalardan. Yoldaşlarımızın kanları, koğuşa sıkılan, maltayı göle çeviren suya karışıyor. Su, kana dönüşüyor. Vuruyorlar durmadan: “Söyle en büyük kim?”… Islak, işkencelerden geçirilmiş, yerlerde sürüklenen yoldaşımızdan inancın gücüyle yükselen bir ses yankılanıyor maltada: “En büyük Cephe” diyor teslim alınamayan!
Turan abiyi öldüresiye dövüyorlar. Kafatasının bir yanı içe göçüyor, sanki yüzünün bir yanı yokmuş gibi. Firara nasıl yardım edersin diye öç alıyorlar.
Çerkez kartalı Yusuf Bağ’ın başına üşüşmüş katiller, barikattaki direnişin hıncını almaya çalışıyorlar. Bir gardiyan dayanamıyor, “yeter öldüreceksiniz” diyor, gardiyanı da dövmeye başlıyorlar. İnsanlığı öldürmeye yeminliler sanki. Kan kokusundan midesi bulanıyor saldırıya katılanlardan bazılarının. Kusuyorlar. Hızlarını alamamış gardiyanlar, hapishanenin dişçisi, askerlerle birlikte işkence yapıyorlar. Kan bulaşmasın diye paçalarını sıvayanlar, ellerini yoldaşlarımızın kanlarına buluyorlar. Uğur’u, Yusuf’u, Turan abiyi döverek katlediyorlar. 40 yoldaşımızın da durumu ağır olduğundan hastaneye kaldırıyorlar.
*
Ölüm haberleri geliyordu peşpeşe. Kimlerin şehit düştüğü net değildi. Barikatları kaldırdık; “haydi gelin, bizi de katledin” diyorduk.
Öfkemizin farkındaydılar. Koğuşun kapısını açmaya bile gardiyanlar topluca geliyordu. Kimileri, arkadaşlarının arkasına gizlenmeye çalışıyordu. Kapımız açıldığında katliama katılmış bir gardiyanı farketti Yasemin. Farkettiğiyle elindeki odunu fırlatması bir oldu. Katliamcılar yüreklere korku tohumlarını yaymak istemişlerdi ama öfkemiz, direncimiz bilenmişti. Katliamcılar, maltada gezemez olmuştu.
Birgün bir katilin maltada camları takmakla meşgul olduğunu öğrendik. Kadınlardan bir ekip hazırlandık hemen.. Ekipte 19 aralık operasyonunda bedenlerini tutuşturarak kendilerini feda eden Berrin ve Yasemin de vardı. Ekibimiz maltaya çıktı, katili döverek cezalandırdılar. Kan gölünün ortasında kahramanlık yapan katil, maltadan sürüne sürüne çıkmak zorunda kaldı.
*
Uğur, Turan, Yusuf, o gün orada şehit düştüler. Gökhan, Murat, Yasemin, Berrin, Serdar, Günay… O gün oradaydılar… Buca’yı özgür vatan yapan şehitlerimizi saygıyla anıyoruz. Kahramanlarımızın öfkesi, direnci, yoldaş sevgisi, bize hep güç veriyor. Biz şimdi buradayız. Devam ediyoruz direnmeye…
(Yukarıdaki anlatım, Yürüyüş dergisinin 17 Eylül 2006 tarihli, 70. Sayısından alınmıştır.)
***