Gökyüzü öylesine temiz bir maviydi ki insanın kanını kaynatıyordu. Böyle havalarda ya ellerini başının altına koyup bir yamacın yanında uzanmalı ya da bir ıslık tutturup uzun uzun yürümeli. Fakat bu ikisini de yapmıyor Kemal. Madene iniyor. Babasını, onun babasını, hatta soyunun bütün erkeklerini alan kör olası madene iniyor.
Öyle anları oluyor ki Kemal’in, sanki ne kadar yıkanırsa yıkansın yüzüne, dudaklarına, ellerine bulaşan o kara lekelerin çıkmadığına inanıyor. Hal oluyor, babasından yadigâr yeşil gözlerine bile karanlığın yerleştiğini düşünüyor. Bu düşünceyle kaynayan kalbi birden donuveriyor. Zehra’sı geliyor aklına.
Zehra, Kemal’in gözlerini ne çok beğendiğini büyük bir utanç içinde; ama derin bir bağlılıkla yine böyle bir havada söylemişti.
Bu düşünceleri, bindiği kamyonetin sol arka tekerleğinin taşa çarpmasıyla dağılıyor. Bindikleri kamyonette on beş madenci oldukları için, Yücel tutuyor olmasa kesin düşecektim diye düşünüyor Kemal. Bunu fark ettiğinde kahkahaları da duyuyor. Fakat neye güldüklerinden emin olamıyor. Başını Yücel’den yana çeviriyor. Büsbütün endişeli bir yüz. Daha dikkatli bakıyor Yücel, gözlerinde Zehra’yı taşıyor. Yücel ve Zehra’nın bakışları çok benziyor birbirine.
Yücel, küçüğü Zehra’nın. Geçen yıla kadar İstanbul’da üniversitede okuyordu. Kadere bak ki Zehra’nın beklenmedik ölümünün ardından babasını kaybetmek, anasını derin bir acı ve yoksulluğa boğmuştu. Anası Şirin, ne eskisi gibi iş görebiliyor ne de geride kalan on ile on dört yaşındaki kardeşleri Meryem ve Gül ile ilgilenebiliyordu artık. Yücel, okulu bırakıp köye döndü. Babasının yerine madene indi. Anasının, Meryem ve Gül’ün geçimini üstlendi. Şimdi Kemal, Yücel’i düşünüyordu.
Maden, ekmek kapısı değil mezar yeriydi. İnsan bedenine aç bir koca ağız. Yıllar var ki doymamıştı.
Kemal o madene inip de çıkamayan, çıksa bile tanınmaz hale gelen pek çok madenci biliyordu. Biri babasıydı. Elli dört saatin ardından çıkarılmıştı. Çam ormanlarını hatırlatan gözlerinin yeşili donmuş, elleri, yüzü şişmiş ve vücudunun bir kısmı ezilmişti. Kemal ağlayamamıştı bile. Anası, oğlunun aklını kaçırdığını sanmış hangi acısına ağlayacağını şaşırmıştı.
Kemal, tüm bu hatıralarla birlikte Yücel’i getirdi aklına. Yücel’in yaşamasını istiyordu. Bakışlarında Zehra’sını taşıyan bu delikanlı çok yaşamalıydı.
Kahrolası illet nereden bulmuştu Zehra’yı? Kafasını hızla iki yana salladı. Bütün düşünceleri kafasından atmak istiyordu.
Sabahın erken saatlerinden beri yolda olan kamyonet, öksürük nöbetine tutulmuş bir ihtiyar gibi çıkardığı seslere madenin önüne gelince son verdi.
Kemal önce indi, Yücel ardından ve diğer işçiler de peşlerinden.
Ve yine ilk onlar kayboldu madenin karanlık ağzı içinde.
***
Madenden çıktıklarında akşamüzeri bile olmamıştı. Sabah vardiyasındalardı. Gökyüzü, hala sabahki kadar maviydi. Hemen eve dönmek istemedi. Bindiği kamyonetten, köye varmalarına iki saatten fazla varken indi. Yücel’i de çağırmıştı; ama evde işleri olduğunu söyleyerek inmemişti Yücel. Böylesi daha iyi olmuştu. Kemal, yalnız yürümek istiyordu. Elleri ceplerinde, kocaman adımlarla yoldan uzaklaştı.
Bir süre sonra yine düşünceler hücum etti kafasının içine. Yücel’in endişeli yüzü, anasının kaygıları… Annesinin sözleri kafasında dönüp duruyordu; evet daha yirmi üç yaşındaydı. Pek tabi yeniden sevebilirdi. Sevmese bile yeniden evlenebilirdi, sevmek şart değildi. Çoğu kişi sevmeden evleniyordu. Birlikte paylaştıkları ekmek ve hayat, sonrasında sevgiyi de beraberinde getiriyordu. İşte bunu tercih etmediği için Kemal’in hayata küstüğünü, Zehra’yı asla unutamayacağını söylüyordu.
Hayır, hayata küsmemişti Kemal; ama evet, Zehra’yı unutmayacaktı.
Yürümeye devam etti. Bahar her yeri sarmaya başlamıştı. Çiçekler patlayıvermişti ağaçların dallarında. Elini, ağaçtaki beyaz çiçeklerden birine uzatmak istedi. Tam dokunacaktı ki parmaklarındaki kara lekelerin çıkmadığını fark etti. Dehşetle geri çekti elini. Madene olan öfkesi kabardı yine.
Eve vardığında, hava kararalı bir saat kadar olmuştu. Daha kapıyı çalmamıştı ki anası açıverdi. Belli, camda bekliyordu ne zamandır. Mahcubiyet duydu Kemal. Anası kenara doğru geçmişti, Kemal içeri girsin diye. Sofra belli ki epeydir hazır bekliyordu. Anası bir şey demeden tencereyi alıp sobanın üzerine götürdü. Geri dönerken Kemal, anasına sımsıkı sarıldı. Oldum olası böyle gösteriyordu hatası olduğunu. “Ziyanı yok Kemal’im, meraklanıyorum” dedi. Kemal üzerini değiştirmeye gitti. Döndüğünde çorbalar tabaklara konmuştu. Ana-oğul oturdular sofranın başına.
Ardından Kemal, kendini uykunun kollarına bıraktı.
***
Çayı devirdiğinin farkında değildi. Hatta masadan süzülen damlaların pantolonuna damladığını hissetmiyordu bile. Elinde gazete ile öylece kalakalmıştı Kemal. Kahvehanedekilerin konuşmalarını, bilye oynayan çocukların bağrışlarını dahi duymuyordu. Adını ilk kez defa gazetelerden duyduğu ilçede kendi gibi madenciler -tam dokuz kişi- tonlarca toprağın altında kalmışlardı. İlk tepkisi “babaaa!” diye haykırmak oldu. Sonra “alçaklar” sözü döküldü dudaklarından. Büyük bir tiksintiyle söylemişti bu sözü. Çocukların bağrışları değil ama kahvehanedekilerin konuşmaları bıçak gibi kesilmişti. Bütün gözler Kemal’in üzerindeydi. Kemal konuşması gerektiğini düşündü. İlk önce gazetedeki haberi okudu, öfkesi belli olan sesiyle…
Ardından, “Baksanıza! Nasıl da ölüyoruz biz! Böylesi kaç bin ölüm yaşandı, yaşanıyor” dedi. Sustu.Daha ne diyebilirdi, bilmiyordu. Kelimeleri bulamıyordu.Sözü Mustafa aldı. “Ya ne olacağıdı Kemal’im! Böyle olur fukaranın ölümü!” dedi. Dursun Ali de“Kader!” diyerek katıldı.
İstisnasız herkes kafa sallıyordu. Kemal dayanamadı bu görüntüye. Gazeteyi masanın üstüne bıraktı, kapıya doğru yöneldi. “Dur bekle” diyenler olacaktı sanki ama Osman Dede’nin “gençtir, durulur” sözleri en baştan engelledi bu girişimleri. En son bunu duydu Kemal; “gençtir durulur!” Demek İliç’teki gibi ölmezse, yıllar onu öldürecek yavaş yavaş…
Nefesi kesilir gibi oldu. Gözlerini kapattı, açtı.
Ege’nin koyakları önündeydi. Halbuki bu koyaklar hep vardı. Ondan önce bile vardı. Kemal, ilk defa koyakların bu kadar farkına vardı. Geri döndü kahvehaneye, Osman Dede’nin yanına vardı.
“Hadi! Yeniden Çakırcalı Efe ile Kara Ali Efe’yi anlat” dedi.
Kahvehanedekilerin bir kısmı da oyunu, sohbeti yarıda kesip, Osman Dede’ye doğru döndüler. Osman Dede arkasındaki pencereden dağlara baktı ve yeniden dönüp anlatmaya başladı:
“Çakırcalı’nın can yoldaşı Kara Ali Efe ve bir takım kızanı yakalanmış. Mahkeme görülmüş, karar verilmiş. Kara Ali Efe ve kızanlar ibretiâlem için meydanda asılacak!
Hem Kara Ali Efe hem kızanların gönlü rahattır; çünkü Çakırcalı Efe’ye kendilerinden daha çok güvenirler. Bilirler ki Çakırcalı ne can yoldaşı Kara Ali Efe’yi ne de kızanlarını bırakmaz, ipin ucunda sallanmalarına izin vermez.
Gerçek de budur; fakat o günlerde Çakırcalı dehşetli bir hastalığa yakalanır. Ateşler içerisinde yanmakta, ulu deli hasta yatmaktadır. O anlarında Çakırcalı’nın yanında olan efelerin haberi olur Kara Ali Efe ve kızanlar için verilen karardan. Lakin söylemezler Çakırcalı’ya. Bilirler ki Çakırcalı ölüme bir anlık zamanı da kalsa kendisine inananları, kendisinden beklentisi olanları yarı yolda koymaz. Gün gelir, karar uygulanmak üzere Kara Ali Efe ve kızanlar, idamın gerçekleştirileceği alana götürülürler.
Kara Ali Efe her dönemeçte, her köşe başında ‘Efem az sonra çıkacak, bizi kurtaracak’ diye geçirir içinden. Ama efe yoktur ortada… İdam sehpasına gelirler. Gözleri yine yollarda, kalabalığın içerisinde Çakırcalı’yı arar; ama göremez. Boynuna urganı geçirir cellat, sıkar düğümü. Tam vuracakken sehpaya, Kara Ali Efe ‘Efemin başı darda, yoksa gelirdi bizi almaya” der ve idam gerçekleşir.”
Osman Dede öyküyü bitirdiğinde, Kemal ayağa kalktı. Herkesin üzerinde gezdirdi gözlerini.
“Fukara hayatı, evet. Ama bizler Çakırcalı Efe’nin Kara Ali Efe’nin soyundan gelen fukaralarız. Soyumuz onların soyu” dedi.
Biliyordu, herkesin içinde bir anlık bambaşka duygular kıpraşmıştı; ama bir şeyler yapmazsa aynı hızla duruverecekti.
Kemal, bambaşka bir Kemal’di artık; içinde bunu bilmenin memnuniyetiyle gülümsüyordu…
(Direnişler Meclisi Emekçisi Merve Demirel’in İliç Katliamı’nın ardından yazdığı öyküdür.)