Aksi gibi akşam daha da erken inmişti sanki.
Oysa güneş bugün batmamalıydı. Biz Harika’yı bulmadan dünyadaki ışıkların hiçbiri uyumamalıydı. Ama işte gökyüzü pembeye kesti bile.
Bulutlar başımızın üstünde, yağdı yağacak bir kibirle dolanıp duruyor. Varsın nehirler gökyüzünden üstümüze boşansın… Biz bugün bulacağız Harika’yı.
Yoldaşlarımızın Meriç kıyısında katledildikleri haberini aldığımızdan beri hepimiz bir parça değiştik sanki.
Bir gölge gibi peşimizi bırakmayan zaaflarımız kuytu köşelere çekildi belki. Korkularımız acımızın, hıncımızın karşısında un ufak olup ayağımızın altında ezildi.
Tüm misafirliklerimiz sona erdi.
Düşmanın şehitlerimizin cenazelerini bize vermemek için onları ülkenin dört bir yanına kaçırdığı haberini aldığımızdan beri ANADOLU’NUN TEK SAHİBİ BİZİZ.
Tüm yollar, tüm ağaçlar, tüm kilometreler, tüm evler bizim. Her dağın ardına, her insanın yüzüne, her kapının içine bakıp bulacağız onları. Dört koldan saldırdık düşmanın üstüne… Hedef; cenazelerimize ulaşmak, onları Anadolu toprağına, geleneklerimize yaraşır şekilde, incitmeden koymak.
Ben Harika’nın mezarını bulmak için savaşan müfrezenin içindeyim. Burada olmayı kendim seçtim. Adım HARİKA benim. Çünkü ben artık sadece ben değilim. Tercihimin önüme serdiği yolda ilerleyen bir yolcuyum, şehitlerimizin cüretiyle efsunlanmış bir ‘Adalıyım, “ilim ilim bilmektir/ilim kendin bilmektir” diyen Yunus yürekli bir yarenim. Sahi ben kimim?
Hava iyiden iyiye kararırken, yanımda benim gibi telaşla cenazelerin peşinde koşturan başka yürekler de atarken aklıma garip bir soru takılıyor; Harika vatana girerken kimdi acaba? Belki o, kendisine TANYA demişti, belki de SABO… Meriç kıyısında düşman ateşi başladığında benimki gibi Dev-Genç’li bir yürekti…
Bilgehan gibi sıra neferi miydi, Şafak gibi Bahtiyar gibi bir savaşçı mıydı?
Çiğdem miydi, Leyla mı? Kuşkusuz onların her birinden bir parçaydı.
Bir parça da Nazım’dı, Anadolu’ya hasret…
Bir parça da Alişan’dı, emperyalizme tokat…
Bir parça sendin belki, bir parça da ben… Yolda giderken üstüm başım Meriç suyunun tuzu…
Parmaklarımdan sular damlıyor, saçlarım sırılsıklam, kirpiklerim ıslak. O sudan ben çıkmışım sanki yalınayak.
Hafif kambur yürürüm diye kızarlar bana, oysa bugün omuzlarım dik. Küçük bir çanta sallanıyor yanımda. İçinde ne bir telefon ne bir harita. Yürüyoruz ama. Sabahtan beri birbirimize farklı cümlelerle ama aynı şeyi anlatıp duruyoruz. İçimiz içimize sığmıyor.
Şehitlerimiz, Meriç nehrinin kaderini değiştirdi, tarihin akışını çevirdi. Meriç artık mültecilikle anılmayacak, Burak’ın sakalları gibi kızıl akacak bundan sonra… Ve vatandan kaçışın değil, vatana savaşmak için varışın nehri olacak Meriç.
“Şimdi nasıl gideceğiz?”
Yanımdaki arkadaşımın sorusu aklımı başıma getiriyor.
Sabah Adli Tıp önünde başlayan yolculuğumuz devam ediyor. Harika’nın cenazesinin peşinde üç ekibiz.
Bir ekip camileri gezip dolaştı, benim de içinde olduğum iki ekip mezar mezar arıyoruz şehidimizi.
Öğleden sonra camileri arayan ekiple birleştik. Saatler geçip gitti. Saatler de başka bir ekipmiş gibi telaşlı, aceleci…
Dur, diyoruz ona, biraz yavaşla fakat o dinlemiyor bizi.
Arkadaşımın sorusunu birde ben tekrarlıyorum içimden.
“Şimdi nasıl gideceğiz gerçekten?”
İstanbul’un sonuna, sonsuzluğa gelmişiz gibi kalakalıyoruz ortada. Şimdi bir düşmanımız daha var; karanlık. Sokak lambalarının cılız ışığı altında birbirimizin bakışlarından başka kimsemiz yok. Harika’yı götürdükleri mezarlık bir dağın başındaymış. Öyle söylüyor bizi sabahtan beri şehrin bir ucundan bir ucuna taşıyan şoförler. Hıncımız bir başka dağ olup yükseliyor önümüzde.
Böyle bir alçaklığın tam ortasında kim olduğumdan çok kim olmam gerektiğini anlıyorum artık.
İki gün önceki komite toplantımızda ‘kadro kimdir’ diye sormuştu çalışmayı veren arkadaşım.
Herkes bir cevap vermişti, kendi cevabımı hatırlamıyorum.
Ancak kadro yazısındaki vurgu, bu karanlığın ortasında çakan bir şimşek gibi aklımı aydınlatıyor şimdi.
O gün toplantı bitmeden az önce, çalışmayı veren yoldaşım, gözlerinde bir düşün parlaklığıyla konuşmuştu:
“Devrimciler, değişimin, özgürlük ve eşitlik kavgasının insanlarıdır.’’ Ve sonra devam etmişti; ‘Var olan her şey yok olmayı hak eder’ diyor diyalektiğin büyük düşünürü Hegel. Ya yok edeceğiz ya da yok olmayı hak edeceğiz. Başka bir seçeneğimiz yoktur.”
Şimdi bu sonsuzlukta, yıldızlar başımızın üstünde parlarken ve biz Harika’nın peşi sıra saatlerdir ilerlerken; düşmanın topyekûn yok etme saldırısı karşısında olduğumuzu daha iyi anlıyorum.
Düşümüzü yok etmek, inancımızı yok etmek, insanlığımızı yok etmek, değerlerimizi yok etmek, topumuzu yok etmek ve nihayet cenazemizi bile yeryüzünden silmek istiyorlar. İşte ben bu gerçekten koparak yuvarlanan çığın, üstüne doğru gelişini izleyen bir insanım.
Ya bu çığı parçalayacağım ya bu çığın altında kalıp parçalanacağım.
“Bundan sonra yola yürüyerek devam edeceğiz” diyorum arkadaşlarıma.
Yürüyoruz. Karanlığın içinde büyüyen ayak seslerimizi dinliyoruz, dünyanın en güzel ezgisi
gibi yükseliyor. Bilincimizde bir perde aralanıyor.
“Bir devrimci, koşullara teslim olmayandır” diyor aramızda Harika’yı tanıyan tek arkadaşımız.
Koşulların ayağımızın altında toprak gibi ezildiği bu uzun yürüyüşte nasıl da anlamını buluyor bu söz, diye düşünüyorum.
Fakat kara gözlü genç arkadaşım; “Hayır” diye itiraz ediyor, hepimiz başımızı onun ışıklı gözlerine çeviriyoruz.
“Bence bir devrimci koşulları teslim alandır” diyor.
“Koşullar nasıl teslim olur ki?” diye soruyorum.
Harika’yı tanıyan, uzun bir sessizliğin ardından konuşuyor; “Bugün Adli Tıp önünde cenazelerimizin kaçırıldığını öğrendik. Ne arabamız vardı ne telefonumuz ne bir iz ne adres… şafak sökerken çıktık yola.
Günü karşıladık, güneşi uğurladık. Şimdi karanlıktan ayağımızı nereye bastığımızı bile görmüyoruz ama hepimiz aynı şeyi duyuyoruz.”
“Neyi duyuyoruz abi?” Genç olanın telaşlı sesi bu.
Cami ekibinden arkadaşımız cevaplıyor soruyu:
“Ben Meriç’te coşkuyla yükselen sloganların sesini duyuyorum.”
Şehidimizi tanıyan da konuşuyor; “Ben Harika’nın kahkahasını duyuyorum…”
Sıra bende: “Ben şehitlerimizin kulağımıza fısıldadığı umudu duyuyorum.”
“Vallahi ben, sabahtan beri, TAYAD’tan ne yaptınız diye arayan ablanın sesinden başka bir şey duymuyorum.” diyor genç arkadaşımız. Hep birlikte gülüyoruz.
Geride kalanlar heyecanla bizden alacakları müjdeli haberleri bekliyorlar. Vaktimiz daralıyor, biliyoruz.
Sabah şafak sökmeden başladığımız gün, yirmi dört saati aşmıştı belki… Dakikalar, Harika’nın cenazesini bulma kararlılığımız karşısında çaresiz kalmıştı. Biz cenazemize ulaşmadan mevsimler geçip gitse de bugün hiç bitmeyecekti. Şehirde ne kadar otobüs varsa hepsine binmiş, tüm minibüslerden inmiştik.
Sonunda bir sonsuzluğa vardık. Hayatımızda ilk kez geldiğimiz bu dağbaşı, doğduğumuz yer gibi yurt bize.
Yabancı olan biz değiliz. Halkına yabancı olan, halka düşman olanlar değil mi? Dört devrimciyi katlettiler, peki cenazelerimiz? Bir ailenin, bir halkın en büyük değeridir. Şimdi bu değere sıkıyorlar kurşunu. Ona bir tas su dökmemiz yasak, göğsüne sarı yıldızımızı yerleştirmek, arkasından helallik vermek, kızıl bayraklarla uğurlamak, alnından son bir kez öpmek yasak. Cenazeleri kaçırıp ailelerinden çok uzaklarda, şehirden çok uzaklarda, yolun bittiği, ağaçların bittiği, dünyanın bittiği yere gömmek istiyorlar şehitlerimizi. Kimsesizler gibi.
“Bu dördüncü mezarlık olacak” dedi genç arkadaşımız.
Meriç’te şehit düşenlerimizden Erdoğan Çakır’ın torunu olacak yaştaydı.
Yoldaşlarımızdan biri bir mezarlık görevlisinden öğrenmişti Harika’nın yerini.
Elimizdeki en somut bilgi bu. Ve bu bilgi ile giriyoruz mezarlıktan içeriye.
Genç arkadaşımız anlatmaya devam ediyor: “Bugün 3 mezarlık 4 cami dolaştık. Bir camide cenazeye denk geldik ve bekledik. Harika ablanın cenazesi mi diye… sorup soruşturunca o olmadığını anladık ancak bir kez tabut musalla taşına konduktan sonra çıkıp gitmek ayıp olurdu. Biz de hiç tanımadığımız yoksul halktan birinin ardından helallik verip ayrıldık.”
Cami ekibindeki arkadaşımız, faşizme öfkeliydi:
“Şuraya bakın, kuş uçmaz kervan geçmez bir yere geldik” dedi.
Genç olan ekledi: “Kuş olup geldik.”
Sesinde bir masalın içinden geçmekte olan bir çocuğun heyecanı vardı… Masal masal, destan destan, roman roman yürüyüp geldik işte. Bir arkadaşımızın telefonunun ışığı fener oluyor bize. Hızla mezarlığa dalıyoruz. Yüreklerimiz fırlayacak yerinden. Harika’yı arıyoruz, mezar başlarına tek tek bakıyoruz.
“Telefonumuzun şarjı bitmeden, bulmalıyız mutlaka…” diyorum içimden… sonra yine ben cevap veriyorum ona: “Biterse bitsin. Gökyüzünden yıldızları alıp getiririz biz.”
“Arkadaşlar, buradaaaa!”
Dört bir yana dağılan dört kişi müjdeli haberin geldiği yere koşuyoruz. Kucaklaşıyoruz. Gözlerimizden süzülen gözyaşlarını karanlığa gömüyoruz. Mezar başında yazan yazıya hepimiz tek tek bakıyoruz: Harika Kızılkaya…
Anma yapmak için hazırlıklara başlıyor arkadaşlarım.
Ben usul usul toprağı okşuyorum;
Merhaba Harika, diyorum. “Vatanına hoş geldin.”
Kasım 2023 (Halk Okulu Dergisi’nin 213. sayısından alınmıştır)