Türkiye Sol’unun LGBT-İ Yaklaşımı – 8

Halk Okulu Eğitim Dizileri LGBT-İ broşüründen her hafta bir bölüm yayınlayacağımız yazı dizimizin 9. bölümünü paylaşıyoruz.

Sol’da eşcinselliğin meşrulaştırılmasında başı ESP çekmektedir. Atılım gazetesinde yayınlanan iki örnek bu anlamda çarpıcıdır.

23 Ağustos 2013 tarihli, Atılım Gazetesi’nin 79. Sayısında ESP Genel Başkanı Figen Yüksekdağ yapılan röportajda düşüncelerini şöyle ifade ediyor:

“Soru: Sosyalizm deneyimlerinin eşcinsellere ve translara yaklaşımları konusunda bilginiz var mı?

Cevap: Bildiğim kadarıyla LGBT bireylerinin en başta Ekim Devrimi içerisinde çok belirleyici yeri var. 1917 Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği deneyimi farklı cinsel yönelimler konusunda ve toplumsal cinsiyetçilikle hesaplaşmak, yeni ahlakın oluşturulması, devrimci ahlakın oluşturulması konusunda hem güzel örnekler açığa çıkarmıştır hem de kötü örnekler açığa çıkarmıştır… 1940’lı yıllara doğru hak kazanımlarında bazı aşınmalar yaşanmıştır elbette ki. Son İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde de çok keskin bir biçimde Sovyetler Birliği’nin mevcut yapının kadınlara karşı görüş açısı ve LGBT bireyler karşısındaki devrimci görüş açısı çok keskin bir biçimde dibe vurmuştur. Bu da, devrimin yenilgi süreciyle başlamıştır. Kırılan halkalar ondan sonraki süreçlerde, devrimin geriye dönüşüne yol açmıştır… Güzel olarak benim bildiğim şeyden o dönem içerisinde, Sovyet donanmasında ve çok başka parti mekanizmalarında çok değerli devrimci görevler üstlenen LGBT bireylerinin varlığıdır.

Soru: Parti içerisinde örgütte LGBT’ler var mı?

Cevap: Evet, var. Şu anda örgütlü, parti yönetim organlarımızda, parti faaliyeti içerisinde yer alan yoldaşlarımız var. Sınıf devrimcisi homofobiye cepheden saldırmaktır. Sınıf devrimciliği tartışması yaparken bile farklı cinsel yönelimler, homofobi, transfobi, toplumsal cinsiyetten bağımsız tartışma yapamazsınız. Toplumsal cinsiyetçiliği yaratan, homo fobiyi yaratan kapitalist sistemdir, sınıflı toplumlardır.” (23 Ağustos 2013, Atılım Gazetesi, sayı 79)

*

Yine Atılım gazetesinden bir örnek. 1 Kasım 2013 tarihli Atılım gazetesinden “Yoldaş Ben İbneyim- Sol’un LGBT İle İmtihanı” isimli kitabın yazarı Yıldız Tar ile yapılan röportaj ve tanıtıma da çarpıcılığı ve çarpıklığı ortaya koyması yanıyla değinmek istiyoruz:

“SOL harekette değişim var… Yıldız Tar’ın yeni çıkan kitabı Türkiye Devrimci Hareketinin yıllarca görmezden geldiği, bundan kaçamadığı yerde çeşitli gerekçelere sığındığı bir gerçekliği tartışmaya açıyor… Ceylan yayınlarından çıkan kitapta sol örgütlerle söyleşilerin yanı sıra Yıldız’ın röportajlara dair kısa notları bulunuyor.

Soru- Yaptığın röportajlar nasıl bir tablo ortaya çıkardı?

Cevap- Sol harekette bir değişim dönüşüm var. (…) Sol sosyalist hareket çok heterojen. Öyle bir blok halinde değerlendiremiyorsun, kendi içinde farklılıklar var. Röportaj yaptığım yapıların bir kısmı klasik “toplum buna hazır değil” argümanını savunurken, bir kısmı için ise bu teorik ve politik olarak önüne koyduğu bir mesele ama henüz ne yapacağını kestiremiyor. Bir kısmı için insan hakları meselesi. Ama röportaj yaptığım yapıların hiçbirinde doğrudan bir homofobik tutum görmedim. Daha çok örtük homofobi olabilir veya önemsememe, görmeme, bu meseleyi gündemimize alalım da nasıl alalım… Bir kısmı çok pragmatist yaklaşıp “biz bunu konuşursak halk bize tepki gösterir, konuşmayalım, sonraya atalım” fikri…

Soru- “Toplum hazır değil” argümanı konusunda… Sosyalistlerin ön açıcı olması gerekmiyor mu? Ve tabi bir de LGBT bireyler, toplumdan bu kadar ayrı mı?

Cevap- (…) LGBT blog Haziran ayaklanmasının en temel öznelerinden birisiydi. Birçok insan LGBT hakikati ile karşılaştı, doğrudan örgütlerle ilişkiye geçti ve homofobi ve transfobi onların da gündemine girmeye başladı. Homofobi- transfobinin tamamen yok olduğunu söyleyemeyiz tabii ki bir ayaklanmayla ama bu gündeme alma hali aslında toplumun birçok şeye hazır olduğunu gösteriyor.

(…)

Soru- Kitap bir tartışma başlatmış oldu. Bunun devamını getirmeyi düşünüyor musun ve nasıl?

Cevap- (…) Bu röportajların ardından Halkevleri’nden bir arkadaş Lambdaİstanbul’a gelip, “biz LGBT toplantısı alacağız, katılmak ister misiniz” dedi. Keza ESP daha öncesinden de tartıştığı bir konuydu ama, röportajın ardından merkezi bir LGBT komisyonu kurup önce kendi içindeki heteroseksizmle mücadele edip, devamında LGBTİ meselesini teorik, pratik ve ideolojik olarak kendi mücadelesine katmak için çalışmalar yürütmeye karar verdi.

Soru- Devrim Stratejisinde LGBT’ler Nerede Duruyor? Sol hareketten beklentin ne?

Cevap- Artık şu çok geri bir yaklaşım; ‘LGBT’lerin de hakları var, LGBT’lerin hakları insan haklarıdır.’ (…) İnsan hakları demek zaten olması gereken, onur yürüyüşün katılmak zaten olması gereken bir şey. Bir LGBT öldürüldüğü zaman zaten sesini çıkartman gerekiyor. Ama bunlar yeterli değil. Nasıl ki daha başka toplumsal alanlara ilişkin, mesela emekçilerin sorunlarına ilişkin bir külliyatın varsa çok benzer bir şekilde LGBT mü cadelesini ayrı bir alan olarak ele alıp bir fikrin olması gerekiyor. Sadece destekçiyim demekle olmaz.” (1

Kasım 2013, Atılım gazetesi)

*

Atılım gazetesindeki bu iki yazı eşcinselliği meşrulaştıran solun yaklaşımını da genel olarak özetlemektedir.

“Herkes böyle değerlendiriyor, bir siz kaldınız eşcinselliğe hastalık diyen, oysa ne devrimciler çıkmış LGBT bireyler arasında, hatta devrimi onlar yapmış, onların görmezden gelinmesi de devrimin yenilgisini getirmiş” diyorlar.

Cinsel sapkınlık bu şekilde meşrulaştırılarak, adeta her şeyin odağına oturtularak yaklaşılmaktadır. Oysa gerçek ortadadır. Örneğin ESP, eşcinselliğe yaklaştıkça devrimden uzaklaşmıştır. Çünkü emperyalizmin ideolojik etkisi altına girmiştir. Biz Marksist-Leninistler emperyalist-kapitalist düzenin yozlaştırmasını, çürütmesini kabul etmeyeceğiz ve ona karşı cepheden savaşmaya devam edeceğiz.

Sol’da eşcinselliğin meşrulaştırılmasında başı ESP çekmektedir. Atılım gazetesinde yayınlanan iki örnek bu anlamda çarpıcıdır.

23 Ağustos 2013 tarihli, Atılım Gazetesi’nin 79. Sayısında ESP Genel Başkanı Figen Yüksekdağ yapılan röportajda düşüncelerini şöyle ifade ediyor:

“Soru: Sosyalizm deneyimlerinin eşcinsellere ve translara yaklaşımları konusunda bilginiz var mı?

Cevap: Bildiğim kadarıyla LGBT bireylerinin en başta Ekim Devrimi içerisinde çok belirleyici yeri var. 1917 Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği deneyimi farklı cinsel yönelimler konusunda ve toplumsal cinsiyetçilikle hesaplaşmak, yeni ahlakın oluşturulması, devrimci ahlakın oluşturulması konusunda hem güzel örnekler açığa çıkarmıştır hem de kötü örnekler açığa çıkarmıştır… 1940’lı yıllara doğru hak kazanımlarında bazı aşınmalar yaşanmıştır elbette ki. Son İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde de çok keskin bir biçimde Sovyetler Birliği’nin mevcut yapının kadınlara karşı görüş açısı ve LGBT bireyler karşısındaki devrimci görüş açısı çok keskin bir biçimde dibe vurmuştur. Bu da, devrimin yenilgi süreciyle başlamıştır. Kırılan halkalar ondan sonraki süreçlerde, devrimin geriye dönüşüne yol açmıştır… Güzel olarak benim bildiğim şeyden o dönem içerisinde, Sovyet donanmasında ve çok başka parti mekanizmalarında çok değerli devrimci görevler üstlenen LGBT bireylerinin varlığıdır.

Soru: Parti içerisinde örgütte LGBT’ler var mı?

Cevap: Evet, var. Şu anda örgütlü, parti yönetim organlarımızda, parti faaliyeti içerisinde yer alan yoldaşlarımız var. Sınıf devrimcisi homofobiye cepheden saldırmaktır. Sınıf devrimciliği tartışması yaparken bile farklı cinsel yönelimler, homofobi, transfobi, toplumsal cinsiyetten bağımsız tartışma yapamazsınız. Toplumsal cinsiyetçiliği yaratan, homo fobiyi yaratan kapitalist sistemdir, sınıflı toplumlardır.” (23 Ağustos 2013, Atılım Gazetesi, sayı 79)

*

Yine Atılım gazetesinden bir örnek. 1 Kasım 2013 tarihli Atılım gazetesinden “Yoldaş Ben İbneyim- Sol’un LGBT İle İmtihanı” isimli kitabın yazarı Yıldız Tar ile yapılan röportaj ve tanıtıma da çarpıcılığı ve çarpıklığı ortaya koyması yanıyla değinmek istiyoruz:

“SOL harekette değişim var… Yıldız Tar’ın yeni çıkan kitabı Türkiye Devrimci Hareketinin yıllarca görmezden geldiği, bundan kaçamadığı yerde çeşitli gerekçelere sığındığı bir gerçekliği tartışmaya açıyor… Ceylan yayınlarından çıkan kitapta sol örgütlerle söyleşilerin yanı sıra Yıldız’ın röportajlara dair kısa notları bulunuyor.

Soru- Yaptığın röportajlar nasıl bir tablo ortaya çıkardı?

Cevap- Sol harekette bir değişim dönüşüm var. (…) Sol sosyalist hareket çok heterojen. Öyle bir blok halinde değerlendiremiyorsun, kendi içinde farklılıklar var. Röportaj yaptığım yapıların bir kısmı klasik “toplum buna hazır değil” argümanını savunurken, bir kısmı için ise bu teorik ve politik olarak önüne koyduğu bir mesele ama henüz ne yapacağını kestiremiyor. Bir kısmı için insan hakları meselesi. Ama röportaj yaptığım yapıların hiçbirinde doğrudan bir homofobik tutum görmedim. Daha çok örtük homofobi olabilir veya önemsememe, görmeme, bu meseleyi gündemimize alalım da nasıl alalım… Bir kısmı çok pragmatist yaklaşıp “biz bunu konuşursak halk bize tepki gösterir, konuşmayalım, sonraya atalım” fikri…

Soru- “Toplum hazır değil” argümanı konusunda… Sosyalistlerin ön açıcı olması gerekmiyor mu? Ve tabi bir de LGBT bireyler, toplumdan bu kadar ayrı mı?

Cevap- (…) LGBT blog Haziran ayaklanmasının en temel öznelerinden birisiydi. Birçok insan LGBT hakikati ile karşılaştı, doğrudan örgütlerle ilişkiye geçti ve homofobi ve transfobi onların da gündemine girmeye başladı. Homofobi- transfobinin tamamen yok olduğunu söyleyemeyiz tabii ki bir ayaklanmayla ama bu gündeme alma hali aslında toplumun birçok şeye hazır olduğunu gösteriyor.

(…)

Soru- Kitap bir tartışma başlatmış oldu. Bunun devamını getirmeyi düşünüyor musun ve nasıl?

Cevap- (…) Bu röportajların ardından Halkevleri’nden bir arkadaş Lambdaİstanbul’a gelip, “biz LGBT toplantısı alacağız, katılmak ister misiniz” dedi. Keza ESP daha öncesinden de tartıştığı bir konuydu ama, röportajın ardından merkezi bir LGBT komisyonu kurup önce kendi içindeki heteroseksizmle mücadele edip, devamında LGBTİ meselesini teorik, pratik ve ideolojik olarak kendi mücadelesine katmak için çalışmalar yürütmeye karar verdi.

Soru- Devrim Stratejisinde LGBT’ler Nerede Duruyor? Sol hareketten beklentin ne?

Cevap- Artık şu çok geri bir yaklaşım; ‘LGBT’lerin de hakları var, LGBT’lerin hakları insan haklarıdır.’ (…) İnsan hakları demek zaten olması gereken, onur yürüyüşün katılmak zaten olması gereken bir şey. Bir LGBT öldürüldüğü zaman zaten sesini çıkartman gerekiyor. Ama bunlar yeterli değil. Nasıl ki daha başka toplumsal alanlara ilişkin, mesela emekçilerin sorunlarına ilişkin bir külliyatın varsa çok benzer bir şekilde LGBT mü cadelesini ayrı bir alan olarak ele alıp bir fikrin olması gerekiyor. Sadece destekçiyim demekle olmaz.” (1

Kasım 2013, Atılım gazetesi)

*

Atılım gazetesindeki bu iki yazı eşcinselliği meşrulaştıran solun yaklaşımını da genel olarak özetlemektedir.

“Herkes böyle değerlendiriyor, bir siz kaldınız eşcinselliğe hastalık diyen, oysa ne devrimciler çıkmış LGBT bireyler arasında, hatta devrimi onlar yapmış, onların görmezden gelinmesi de devrimin yenilgisini getirmiş” diyorlar.

Cinsel sapkınlık bu şekilde meşrulaştırılarak, adeta her şeyin odağına oturtularak yaklaşılmaktadır. Oysa gerçek ortadadır. Örneğin ESP, eşcinselliğe yaklaştıkça devrimden uzaklaşmıştır. Çünkü emperyalizmin ideolojik etkisi altına girmiştir. Biz Marksist-Leninistler emperyalist-kapitalist düzenin yozlaştırmasını, çürütmesini kabul etmeyeceğiz ve ona karşı cepheden savaşmaya devam edeceğiz.

LGBTİ TARTIŞMALARI MÜCADELEDEN KAÇIŞIN VE BURJUVA İDEOLOJİSİNE TESLİM OLMANIN İFADESİDİR

DEVRİMİ, mücadeleyi neredeyse bütünüyle gündeminden çıkarmış ve sol olmaktan çıkmış bir “sol” gerçeği ortada dururken “devrim stratejisinde LGBT’ler nerede duruyor?” diye sorup tartışıyorlar.

Devrime, devrimciliğe, devrimci değerlere sarılmayan “sol” LGBT’ye sarılıyor şimdi de. Tıpkı 12 Eylül faşist cunta yıllarında “Kadın Sorunu”nun keşfedildiği gibi şimdi de “LGBT hakikatini” keşfediyor.

Mücadeleden kaçışın somut, akılda kalıcı bir örneği var. “Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu” örneği. Aşağıdaki yazı o günkü tartışmalara, yaşanan çarpıklığı somut olarak ortaya koyması yanıyla bir örnektir. Aynı zamanda bizim bu konuya bakışımızı da ortaya koymaktadır.

Aşağıdaki yazı, Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm İçin YÜRÜYÜŞ dergisinden alınmıştır:

DİRENMEYEN ÇÜRÜYOR*

“Hasta tutsaklar ölebilir bize göre cinsel sapıklığın söz hakkı daha önemlidir”

“Güler Zere’ye ve Hasta Tutsaklara Özgürlük!” mücadelesi, mütevazı bir zafer armağan etti halkın mücadelesine. Türkiye solu, bu mücadelede, birlik konusunda olumlu bir sınav verdi. Tek bir pankartın arkasında haftalarca yürüyebildik. Fakat Türkiye solunun giderek kangrenleşen zaafları, çürüyen yanları, bu olumluluğun daha uzun süre sürdürülmesine ve geliştirilmesine engel oldu.

“Meleklerin cinsiyetini tartışmak” deyimini hemen herkes duymuştur. Çok hayati sorunlar bir yanda dururken, boş tartışmalarla uğraşanlar için kullanılır. Ne yazık ki, haftalardır Hasta Tutsaklara Özgürlük için oluşturulmuş platformda böyle bir durum vardı.

Onlarca tutsak vardı ağır hasta. Gün gün ölüme gidiyorlardı.

Fakat birileri “Hasta Tutsaklara Özgürlük Platformu”nda bir araya gelenler, “lezbiyenlerin, eşcincellerin, biseksüellerin, transseksüellerin…” karar hakkını tartışıyorlardı. Saatlerce ve günlerce hem de.

Biliyoruz; bu satırlar, bu durum, kendine devrimciyim diyen, devrimci tutsaklara gönülden bağlı olan her devrimci tarafından kabul edilemez görülecek, bu satırları okuyan her devrimcinin yüreğinden bir öfke kabaracaktır.

Fakat işte çürüme böyle bir şeydir. Çürüyen, devrimcilerin kaygılarını, öfkelerini, coşkularını paylaşamaz artık. Onun başka “dertleri” vardır.

Tartışmanın özü, kendilerine “LGBTT” adını veren bir cinsel sapkınlık grubunun devrimcilere dayatılmasıydı. Bu grup, Güler Zere’ye ve hasta tutsaklara özgürlük eylemlerine katılan bir gruptu. Güler Zere ve tüm hasta tutsaklar için halkın tüm kesimlerini birleştirme perspektifiyle hareket ettik. Bu çerçevede söz konusu grubun katılımına da özel bir itirazımız olmadı. Ancak bu grup, “karar alma mekanizması”nda yer almak istediğinde buna itiraz ettik. Çünkü eşcinselliği, bir cinsel sapkınlığı böyle bir platform içinde meşrulaştıramazdık. Kuşkusuz bu sorun ekonomik, siyasal, ahlaki, kültürel boyutlarıyla ayrıca ele alınabilir; ama tavrımızın anlaşılması açısından kısaca belirtelim.

Eşcinsellik bir cinsel sapkınlık ve hastalıktır. Kapitalizm, cinselliği, aşkı sadece bir haz duygusuna indirgemiş ve bunu teşvik ederek sapkınlığı kanıksattırıp yaygınlaştırmaktadır. Bu sorun, kapitalizmin insanı kendisine, doğaya ve değerlerine yabancılaştırmasının ürünlerinden biridir. Bu, alkışlanacak, meşrulaştırılacak bir şey değildir; kişisel bazda tedavi edilmeli, ama daha önemlisi, ekonomik, sosyal, kültürel koşulların değişmesiyle, eşcinselliğe ve benzeri sapkınlıklara zemin hazırlayan koşullar yok edilmelidir.

Bunun ötesinde, devrimciler elbette, kapitalizmin ezdiği, kullandığı tüm kesimler gibi, eşcinsellerin ezilmesine, kullanılmasına da karşı çıkar. İkincisi, bu kesimler eğer, anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadeleye katılmak isterlerse, buna engel olmaz. Ama burada esas olan, karşımıza cinsel kimlikleriyle değil, siyasi nitelikleriyle çıkmalarıdır.

Hasta tutsaklar platformunda, bu sapkınlık kimliği dayatılmıştır ve devrimciler de bu dayatmaya prim vermemiştir. Ve ilginçtir, bu noktada LGBTT’den çok, birazdan adlarını sayacağımız siyasi hareketler ve gruplar, dayatmayı sürdürüp, platformu dağıtmayı hedefleyen bir bozgunculuğa dönüştürdüler.

Çürüme fışkırıyordu adeta solun çeşitli kesimlerinden.

Hasta tutsakları zulmün elinden çekip almak için tartışmak, mücadeleyi geliştirmek, buna yoğunlaşmak yerine nerdeyse her toplantı bu tartışmaları yaptılar.

“Devrim” yapma iddiasıyla kurulduğunu söyleyen, lafta kendilerine olmadık misyonlar biçen siyasi hareketler, partiler, çevreler, sözü edilen cinsel sapkınlığı karar alma mekanizmasına kabul etmediğimiz gerekçesiyle birer birer ayrıldılar platformdan.

Neden gittiler?

Nereden gittiler?

Platform, hasta tutsaklar için oluşturulmasına karşılık, bir gün olsun hasta tutsaklar için neler yapılabileceğini tartışmayanlar, platformu eşcinsellerin haklarının tartışıldığı bir tartışma kulübüne çevirme sorumsuzluğunu sergilediler.

Bu sorumsuzluğa ve çürümeye prim vermeyeceğimizi gördükleri andan itibaren, bu konuyu, zaten artık sürdüremedikleri, bir iki kişiyle bile katılabilecek mecali gösteremedikleri platformdan ayrılma bahanesi yaptılar.

EHP (Emekçi Hareket Partisi), 8 Aralık’ta yapılan toplantıda “LGBTT’nin söz hakkının olmadığı yerde kendilerinin de söz haklarından feragat edeceklerini ve destekleyen kurum olacaklarını …” açıklayarak platformdan ayrıldı.

EHP, bu tartışmayı haftalarca platformun gündemine taşıyan konumundaydı. Adeta platformda sapkınlığın avukatlığını üstlenmişti.

Çarpıklık ve çürüme öylesine boyutlara ulaşmıştır ki, hasta tutsakların özgürlüğü için kararlar alan bu platformda, EHP temsilcisi kendi “cinsel kimliğini” açıklamayı normal görüyordu. Türkiye solunda siyasi hareketlerin oluşturduğu bir platformda sanırız ilk kez böyle bir şey oluyordu, çürüme gemi azıya almıştı çünkü.

Bu, devrimciliğin bittiği, sorumsuzluğun, çürümenin kendi çürümüşlüğünü her yana yaymaya kalkıştığı noktadır. Ölümle yarışan, bir kısmı ağır kanser hastası olan hasta tutsaklar, “cinsel kimliği”yle platformu meşgul eden EHP’nin umurunda bile değildi. Ve Türkiye Solu buna izin vermeyecektir.

Aynı toplantıda SFK (Sosyalist Feminist Kollektif) “bunun cinsiyet ayrımcılığı” olduğunu ileri sürerek platformdan çekildi.

Bu tartışmaları takiben de, Türkiye solunda cinsel özgürlük pespayeliğini ilk dile getirenlerden olan Sosyalist Parti ve aynı anlayışın başka bir temsilcisi olan Sosyalist Demokrasi Partisi ve Amargi adlı grup, “cinsiyetçi bir tutum” ve benzeri diyerek, platformdan AYRILDIKLARINI açıkladılar. İHD İstanbul Şubesi de bu eleştirilere katıldığını açıkladı. Keza EKD (Emekçi Kadınlar Derneği) de bunun, (yanlış anlaşılmasın, cinsel sapkınlığın temsilcilerinin yaptıklarının değil, devrimcilerin yaptığının) “cinsiyetçilik” olduğunu ileri sürerek, “kendilerinin yeniden değerlendireceğini, bileşen olup olmamayı yeniden düşüneceklerini” açıkladı.

Sorunu “insan hakları ihlali” olarak görüp, cinsel sapkınlığı platforma dayatıp, devrimcilere “insanlık dersi” vermeye kalkışanlar, zulmün gün gün ölüme götürdüğü insanlar karşısında ise bir gram bile sorumluluk duymuyorlardı.

NEREDEN çekip gittiler? Hiçbir bahane bunu gizleyemez: Her biri ölümle yüz yüze olan tutsakları, zulmün elinden çekip almak için mücadele edilen bir platformdan ayrılmışlardır.

Peki NEDEN gittiler; onun cevabı da ortada: kapitalizmin teşvik ettiği bir sapkınlık için…

Tavırlarının anlamını şöyle özetleyebiliriz: Cinsel sapkınlığa özgürlük, hasta tutsaklara ölüm!

Özü budur.

Bu pespayeliği bir “tavır” diye, politika diye savunanlara önerimiz şudur: gidin, hapishanelerde ziyaret mahallerinde, faşizmin gün gün öldürdüğü hasta tutsakların karşısına çıkın ve deyin ki, “Cepheliler, eşcinsellerin, sapkınlıkların, yozlaşmanın karar mekanizmasında yer almasını kabul etmediği için biz sizi ölüme terkediyoruz… Siz ölün, eşcinseller özgür olsun! ” Bu ayrım, tarihe direniş destanları armağan edenlerle, taciz tartışmalarında boğulanların ayrımıdır.

Lenin, Rusya’da Çarlığın devrimci mücadeleyi ezdiği 1907-1910 yıllarını “Gericilik Yılları’ olarak adlandırır ve bu yılların özelliklerini şöyle tasvir eder: “Yılgınlık, moral bozukluğu, bölünmeler, dağınıklık, döneklik. Politika yerine pornografi. Felsefi idealizme doğru artan bir eğilim görülür; karşı-devrimci ruh hallerinin kılıfı olarak mistisizm.” (Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, syf:18)

Yenilgi yıllarında, dünün keskin sosyalistleri, devrim davasını bırakıp, halkın çektiği acıları unutup, legalizm bataklığına yönelip burjuvazinin kuyruğuna takılırlar. Bir yanda “bir avuç Bolşevik” mücadeleyi geliştirmeye çalışırken, devrim iddiasını kaybedenler, her gün biraz daha çürürler… Dine yönelme, bilimden uzaklaşma, cinsellik yaşamın köşe taşları haline gelir.

Biz de yaşadık bu tabloyu. 12 Eylül sonrasının ortaya çıkardığı ideolojik savrulma ve yozlaşma tablosu, benzer bir tabloydu.

Bugün Hasta Tutsaklar Platformu’ndan ayrılan SP, SDP ve benzeri başkaları, daha işte o zaman “cinsel özgürlük” adına burjuvazinin empoze ettiği sapkınlığın sözünü etmeye başladılar. Gazetelere verdikleri röportajlarda, eşi içeride tutsak olan birinin dışarıda başkalarıyla birlikte olabileceğini, bunun normal olduğunu söylemeye başlamışlardı. Platformda üst perdeden ahkam kesenler, bunlar unutuldu sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Daha o zamanlarda başlayan çürüme bugün kokuşma noktasındadır, platformda açığa çıkan budur.

O zaman da çürümenin başlangıcı, cunta karşısında direnememekti. Halkı cuntanın faşist saldırıları karşısında yüzüstü bırakıp kaçanlar, hapishanelerde cuntaya karşı direnemeyenler, ideolojik olarak burjuva düşüncelerine sarıldılar, legalizm bataklığını o günden büyütmeye başladılar ve o günden bugüne mücadeleden hızla uzaklaşanlar, ideolojik, ahlaki, kültürel olarak çürüdüler, halka her gün biraz daha yabancılaştılar.

Bugün cinsel sapkınlığı tartışma konusu yapıp, dayatıp, mücadeleye sırtını dönenler, bunun sonucudur.

Çürüme o hale gelmiştir ki, Türkiye solunda belki de dünya solunda ilk kez, bir siyasi harekette “cinsel taciz” nedeniyle ayrılıklar yaşandı. Devrimciler, tarihe başka ilkler armağan ederlerken, çürümeyle hesaplaşmak yerine onu meşrulaştıranlar, tarihe başka “ilk”ler sunuyorlardı. “Cinsel taciz” tartışması nedeniyle bir ayrılık yaşayan Sosyalist Demokrasi Partisi ve Sosyalist Parti, hatırlanacağı gibi, hasta tutsaklar platformundan ayrılanlardan ikisidir.

SDP ve SP, tarihe armağan ettikleri bu “ilk” üzerinde düşünüp, “biz ne yaptık, ne yapmadık ki, cinsel taciz gibi bir pespayelikten bölündük” diye muhasebe yapacaklarına, halen cinsel sapkınlığa söz hakkı tartışması yapıp, devrimcilere akıl veriyorlar.

Sorunun kendi açılarından bir ilke sorunu olduğunu söylüyorlar. Hangi ilke? Cinsel tacizleri meşrulaştırma ilkesi mi? Hangi ilke? Hasta tutsakları ölüme terketme ilkesi mi? İlke tartışması yapanların haline bir bakmak yeterlidir.

Söz konusu olan ise tüm sorumluluklarını bir kenara bırakıp, eşcinselliği tartıştırmaktır. Söz konusu kişiler, siyasi kişilik ve kimlikleriyle o platforma ve eylemlere geldiklerinde bir sorun yoktur. Sorun, sapkın cinsel kimliğin dayatılmasındadır. O kimliğin siyasi hareketlerle aynı düzeyde karar alma mekanizmasına sokulmak istenmesindedir. Ülkemizde gerçek anlamda “kan gövdeyi götürürken”, yanı başlarında linç saldırıları sürerken, hapishanelerde tecrit devam ederken, binlerce işçi sokağa atılıp açlığa terkedilirken ve hasta tutsaklar ölüme her gün biraz daha yaklaşırken, onlara göre bunların hiçbir önemi yoktur.

Sonuç olarak, platformu terkedenler, “hasta tutsaklar ölebilir, bize göre cinsel sapkınlığın söz hakkı daha önemlidir” demişlerdir. Onca gerekçenin örtemediği gerçek budur. Bir siyasi hareket olarak, “parti” olarak, bu ülkede devrim, iktidar iddiasında bulunanların bu aymazlığı, Türkiye solunun onur, gurur değil, utanç sayfalarına yazılacaktır. Devrimci, sosyalist olma iddiasında olan kimsenin yarın savunamayacağı bir tavırdır.

Tüm bu siyasi hareketlere önerimiz şudur: eğer partilerinin, örgütlerinin adlarında belirtilen sıfatlara hala bir saygıları, bağlılıkları varsa, bu çürümenin, yozlaşmanın daha ilk unsurlarının ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren sorgulamaya başlamalarıdır. Direnmemek çürütür. Türkiye solunda, ilk büyük çürüme 12 Eylül karşısında direnemeyen kesimlerde ortaya çıktı. İkinci olarak, 1990’ların infazlar, kaybetmeler ortamında legalizme sığınanlar, çürümenin ikinci kesimini oluşturdular. 2000 Ekimi’nde başlayıp 19 Aralık katliamı sonrasında daha da keskinleşen saldırı ve direniş sürecinde direnemeyenler de, çürüme kulvarına üçüncü bir kesim olarak katılmışlardır.

Bu gidişata dur demelidir sol. Dur demenin yolu, muhasebeden, özeleştiriden, ama en başta emperyalizme ve oligarşiye karşı direniş saflarına dönmekten geçer.

Bu direniş sadece politik değil, ideolojik, kültürel, ahlaki her boyutta bir direniştir. 12 Eylül’den bu yana, sol sadece polisiye bir saldırı altında değil, çok yoğun bir ideolojik, kültürel saldırı ve kuşatma altındadır ve politik olarak direnmekle, bunlara karşı direnmek birbiriyle bir bütündür. Bunlara bütün olarak direnemeyenler, devrimci çizgide tutunamazlar.

Nitekim tutunamıyorlar. Devrimci çizgide kalabilmek için, tek çare, her alanda, her konuda direnmektir.

Çürümenin panzehiri budur.

Sorunu “insan hakları ihlali” olarak görüp, cinsel sapkınlığı platforma dayatıp, devrimcilere “insanlık dersi” vermeye kalkışanlar, zulmün gün gün ölüme götürdüğü insanlar karşısında ise bir gram bile sorumluluk duymuyorlardı. (*“Direnmeyen Çürüyor” başlıklı yazı Yürüyüş dergisinin 03.01.2010 tarihli sayısından alınmıştır)

Yukarda ortaya konan tablo ibretliktir. Çarpıklığın savunucuları muhasebe yapacaklarına devrimcileri mahkum etmeye yöneldiler. Kısacası çürümeyi derinleştirdiler. “Solun Zihniyet Kodları” diyerek sol ve LGBTİ hareketi ile ilgili değerlendirmelerde bulundular. Yapılan tartışmaları ve sorunu “solun zihinsel kodlarından çok Stalinizmin kodlarıyla ilintili” olduğunu söylediler. “Kendisini egemen sınıf olarak örgütleyen Stalinist bürokrasi, tek ülkede sosyalizm adına işçi sınıfının tüm kazanılmış haklarını elinden alırken, emeğin üretimi için ihtiyaç duyduğu ailenin korunmasının yolunu eşcinselliği sapkınlık ilan edip, cezalandırmaktan geçiyordu” diye tanımladılar.

Sadece bu açıklamalar bile, gerçek sosyalistlerin nasıl bir tavır alması gerektiğinin turnusoludur. Eğer bizim genlerimizde “Stalinist” genlerin bulunması dolayısıyla eleştiriyorlarsa, bu kabulümüzdür. Bundan onur duyarız. Marksizm-Leninizmi, sosyalizmi her koşulda savu nacağımızı dile getirdik. Eşcinsellikle ilgili tartışmalarda mahkum edilmesi gereken sosyalizm veya devrimci önderler değil, burjuvazidir, emperyalist-kapitalist düzendir.

Yine yaşanan tartışmalarda ifade edilen şeylerden bazıları şöyledir:

“Tüm toplum gibi sosyalist hareket de bir parçası olduğu erkek egemen heteroseksist toplumun kodlarından muaf değildir. Pek çok sosyalist örgüt, kadın kurtuluş hareketini bile yeni tartışmaya başlamış ve bir örgüt olarak savunduğu ideolojiyi, kadınları, eşcinselleri, biseksüelleri, transseksüelleri kapsayacak şekilde, yani olması gerektiği biçimde, geliştirmek için ilk defa ele almaktadır. Bu bir bakıma LGBTİ hareketinin yükselişe geçmesinin getirisidir ve olumludur…”

“… Gözden kaçırmamamız gereken husus, sol’un da toplumsal gerçekliğin parçası olduğudur. Bu durumda da topluma nüfuz etmiş LGBTİ- fobi hastalığından nasiplenmiş olması şaşılası değildir. Ancak işin can sıkıcı tarafı, toplumsal olanı (LGBTİ- fobiyi) bu kadar içselleştirenlerin (Yürüyüş vb.) aynı zamanda da ‘gerici, bilinçsiz vs…’ toplumun ‘ilerisinde’ olmayı ve ‘halkı bilinçlendirmeyi’ hedef haline getirenler olmalarıdır…”

“… Bu tartışmadan çıkarılmaması gereken sonuç ise tüm sol’un aynı olduğudur. ‘Yeşildir’ diye biber ve karpuzu bir tutmamak gerekir. Sonuç olarak ‘zihniyet’ solun bir kısmı için oldukça içkin durumdadır ki, bu kısım sadece LGBTİ özgürlüğüne karşı değil, aynı zaman da diğer ‘ahlaki’ durumlarda da aynı tutumu sergilemektedir.”

Bu seminerlerde deniyor ki, “Eyy LGBTİ bireyleri, Halk Cephesi ve Yürüyüş dergisi sizi böyle değerlendiriyor, ama haşa tüm solu bir tutmayın, biz sizi böyle değerlendirmiyoruz. Biz Halk Cephesi veya Yürüyüş dergisi gibi düşünmüyoruz.”

Evet, bizde bu yazılanlar gibi düşünmüyoruz. Ve bir kez daha yineliyoruz, her koşulda Marksizm-Leninizmi savunmaya devam edeceğiz.

Cinsel hayata ilişkin yaşanan sapkınca tutuma yönelik Lenin’in ClaraZetkin’le yapmış olduğu tartışmalar bu konuda elimizde en önemli verilerden biridir. Lenin Clara Zetkin’le bir konuşmasında şöyle diyor:

“…Komünist toplumda cinsel yaşamın eğilimlerini, aşk gereksinmelerini doyurmanın ‘bir bardak su içmek’ gibi basit ve önemsiz olduğunu söyleyen ünlü teoriyi elbette biliyorsunuz. Bu bir bardak su teorisi, gençliğimizin bir kesimini çıldırttı, deli etti. Birçok delikanlıya ve genç kıza alın yazısı oldu. Savunucuları bu teorinin Marksist olduğunu öne sürüyorlar. Toplumun ideolojik üstyapısındaki bütün görüngüleri ve dönüşümleri onun ekonomik temelinden doğrudan doğruya ve tümüyle saptıran böyle bir Marksizmi reddediyorum. (…)

“Ünlü bir bardak su teorisini tümüyle Marksist-dışı ve üstelik toplumsal dışı sayıyorum. Cinsel yaşamda yalnızca doğa vergisi olan değil, kültür olan da, ister yukarı ister aşağı düzeyde olsun, etkili ve geçerlidir. Engels, Ailenin Kökeni’nde, genel cinsel içgüdünün bireysel cinsel sevgiyle geliştiğini ve inceldiğini, bunun ne kadar anlamlı olduğunu göstermiştir. Cinslerin birbirleriyle ilişkileri, toplumun ekonomisi ile fizyolojik bakımdan düşünsel olarak yalıtılan fiziksel bir gereksinme arasındaki karşılıklı oyunun yalnızca bir dışavurumu değildir. Bu ilişkilerin dönüşümünü kendisi için ve bütün ideoloji ile bağlantısından çözülmüş olarak, toplumun ekonomik temeline indirmeyi istemek ussalcılık (Rationalismus) olurdu. Marksizm değil. Kuşkusuz! Susuzluk giderilmek ister. Ama normal insan, normal koşullarda sokak çamuruna yatıp bir çirkeften içer mi? Ya da kenarı birçok dudağın değmesiyle yağlanmış bir bardaktan? Hepsinden önemlisi işin toplumsal yanıdır. Su içmek gerçekten bireyseldir. Aşkta iki kişi vardır ve bir üçüncü, yeni bir yaşam doğabilir. Bu olguda bir toplumsal çıkar vardır, topluma karşı bir ödev vardır.

“Komünist olarak, bir bardak su teorisine en küçük bir yakınlık duymuyorum, ‘aşk özgürlüğü’ parlak etiketini taşısa bile. Üstelik bu aşk özgürlüğü ne yenidir ne de komünistçedir. Özellikle geçen yüzyılın ortasına doğru, yazında ‘gönüllerin özgür kılınması’ olarak öğütlendiğini anımsayacaksınız. Burjuva pratiğinde etin özgür kılınması olarak kozadan çıktı. Öğüt, eskiden bugün olduğundan daha başarılıydı, pratikte nasıl olduğunu yargılayamam. Eleştirimle sanki keşişliği öğütlediğim sanılmasın. Aklımdan geçmez! Komünizm keşişler getirmemelidir, tersine, yaşam sevinci, yaşam gücü, gerçekleşmiş aşk yaşamı getirmelidir. Oysa, benim görüşüme göre, bugün sık sık gözlemlenen cinsel azgınlık, yaşam sevinci ve yaşam gücü vermiyor, yalnızca onları azaltıyor.” (Marks- Engels-Lenin: Kadın Ve Aile sy 252-253)

Evet, Lenin’in dediği gibi her türlü cinsel sapkınlık “özgürlük” diye pazarlanabilir mi? Bu durum bugün kapitalistler tarafından geniş kitlelere pazarlanıyor ve yayılıyor. Artık psikiyatri ve psikoloji gibi “tıbbi” alanlar, uzun bir zamandır eşcinselliğin hastalık olmadığını, heteroseksüellikten farklı olmayacak şekilde insan cinsel bir çeşitliliğin normal bir görünümü olduğunu kabul etmektedir. Kimin “tıbbi” alanı? Emperyalizmin.

Emperyalizmin denetiminde bir kuruluş olan BM’ye bağlı Dünya Sağlık Örgütü (WHO), cinsel sağlık tanımı ve cinsellikle ilgili şunları söylemektedir: “Cinsellik fiziksel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin kişiliği, iletişimi ve aşkı zenginleştirici etkilerinin bileşiminden oluşur. Herkesin cinsel bilgilere ulaşma ve cinsel ilişkiyi zevk için veya üreme amacıyla yaşama hakkı vardır. Cinsel sağlık bir kişinin cinsel bir yaşamını bir zorlama olmadan, mutlu ve zarar görmeden sürdürebilmesidir, Kişi cinselliği istediği kişi ile istediği biçimde yaşamalıdır. İster ikisi de aynı cinsiyetten ister farklı cinsiyetten olsun kişilerin cinselliği farklı boyutları ile paylaşmaları en doğal insan hakkıdır.”

Doğrudan ve dolaylı emperyalizme bağlı kurum ve kuruluşlar, onların sözcüleri bir yandan böyle değerlendirmeler yaparken bir yandan da dünya halkları katliamlara, açlığa, yoksulluğa mahkum ediliyor.

Emperyalizmin dünyasında “yaşama hakkı”ndan, kişinin yaşamını “istediği şekilde belirleyebilmesinden” söz ediliyor.

Bir yandan dünya halkları katledilirken, yoksulluğa mahkum edilirken diğer yandan eşcinsellere “haklar” tanınıyor.

“ABD Yüksek Mahkemesi’nin, eşcinsel çiftlerin evlilik dahil yasal haklarını heteroseksüel çiftlerle eşit hale getiren kararı ülkedeki eşcinsellerde büyük sevinç yarattı. 28 Haziran 2013’de pek çok kentte kutlamalar yapılırken, en görkemlisi “dünyanın eşcinsel başkenti” olarak anılan, nüfusunun yüzde 18’i eşcinsel olan San Francisco’daydı. Kentin ana caddeleri eşcinselliğin simgesi gökkuşağı bayraklarıyla donatıldı, binlerce kişi, sevinç gösterileri ile gay barları ile ünlü Castro semtine aktı. Castro’yu dolduran coşkulu kalabalığın tezahürat yaptığı kişilerin başında karara destek veren Başkan Barack Obama geliyor. Birçok eşcinsel için Obama, “Gelmiş geçmiş en iyi başkan.” (Hürriyet gazetesi, 28 Haziran 2013)

Halkların düşmanı ABD’nin bu tavrı bile bizim açımızdan bu noktada durup düşünmemiz için yeterlidir.

Emperyalistlerle, onların sözcüleriyle aynı paralelde düşünenler, yaşam hakkının en büyük düşmanı, insanlığın en büyük düşmanı emperyalizme zerre kadar ses çıkarmıyor, laf etmiyor. Çarpıklığın, çarpıtmanın, sapkınlığın kaynağı buralardadır.

Halklara çizilen “sahte bir özgürlük” tablosudur. Emperyalist haydutlar ve onların sözcüleri halklara dayattıkları sınırlar içinde “özgürce” yaşayın diyorlar.

Ve sol adına, sosyalistlik, devrimcilik adına bu “özgürlük” savunuluyor. Bu durumun tek açıklaması vardır: ideolojik savrulma, emperyalist ideolojiye teslim olma.

İdeolojisizliğin kadın-erkek ilişkileri alanındaki yansıması sapkınlık ve cinsiyetsizliktir.

İdeolojisizlik, kendine, kendi gerçeğine, sınıfına uygun düşünmemek ve yaşamamaktır. Özcesi bir anlamda yabancılaşmadır.

Devam Edecek…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Benzer Yazılar