Heval Ebru Sohbetler programında 24 Eylül Pazar günü yayınlanan, Ulucanlar Katliamı’nı bir dönem Ulucanlar Hapishanesi’nde tutsak olan Ayten Öztürk’le beraber anlattığımız bölümün kaydını paylaşıyoruz.
Faşizmin tarihi işkenceler ve katliamlar tarihidir.
Halkların tarihinde ise onurlu direnişler yazılıdır.,
halkinsesiradyo.net
…
Türkiye’de hapishaneler tarihi, tüm dünyada olduğu gibi katliam, işkence, ölüm ve kanla birlikte anılan bir tarih. Açlık grevleri, fiili direnişler, ölüm oruçları ve devrimci tutsakların her türden eylemi devlet tarafından kan, operasyon ve katliamla bastırılmaya çalışıldı. Çünkü susturulmuş, tecrit edilmiş, ’tek tip’e mahkum edilmiş bir hapishane; yine susturulmuş, tecrit edilmiş ve ‘tek tip’e mahkum edilmiş bir toplumu yaratacaktı.
Teslim almayı, kimliksizleştirmeyi ve “yararsız kitleler” yaratmayı amaç edinen hapishanelerde elbette en büyük araç tecrit olmuştur. F tipleri, Türkiye’de 90’lı yıllardan itibaren hem tutsak devrimcilerin içerideki direniş ve birlikte mücadelesini kırmak hem de Türkiye’de yaşanan, özellikle emperyalizm ve Ortadoğu bağlamlı gelişmelere karşı gelişecek tepkiyi daha oluşmadan yerle bir edebilmek için devreye sokuldu. Dönemin hapishane yöneticileri, bakanları; F tiplerinin doğrudan ABD’li mimarlarca tasarlandığını hatta bununla da kalmayıp hapishanedeki uygulamaların da onlar tarafından dizayn edildiğini itiraf etti.
Ulucanlar Katliamı; devletin tecrit, baskı ve yok etme politikalarının hayata geçirilmesi yönündeki katliamlarının ilk halkası oldu. 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde hem dışarıda devrimcilerin giderek daha radikal çıkışlar yapmasını ve direniş çizgisini daha aktif seviyeye çıkarmasını engellemeyi hem de içeride buna paralel yürüyen/yürüyebilecek direnişi kırmayı isteyen devlet; F tiplerini hayata geçirme noktasında daha da “atılganlaştı”.
1996 yılında kontgerillanın önde gelen isimlerinden Mehmet Ağar’ın Adalet Bakanı olduğu dönemde; siyasi tutsakların “tabutluk” olarak nitelediği Eskişehir Hapishanesi’nin açılmasına karşı bir direniş başlamış. Direnişte, yaptıkları ölüm orucu nedeniyle 12 devrimci tutsak yaşamını yitirmişti.
Dönemin ana akım medyasında çıkan haberlere göre 25 Eylül 1999’da Ulucanlar Hapishanesi’nde “isyan” çıkmıştı. Büyük ve kudretli devlet de bu “isyan”a müdahale etmiş ve “isyan” bastırılmıştı. Çıkan haberlere göre Ulucanlar’da yaşanan bir katliam değil, “bir isyanın bastırılması” olayıydı; 10 kişi yaşamını yitirmişti.
İsim isim bağırıp ‘öldürmeye geldik’ dediler!
Devletin medyası, “isyan başarıyla bastırıldı” dese de Ulucanlar’da yaşananların tanıkları tutsaklar, aslında neler yaşandığını defalarca anlattı. 20-30 kişilik koğuşlarda 100 kişinin kalmasını protesto için bir direniş başlatan tutsaklar katliam gecesi ateşli silahların kullanıldığını ve tutsakların isimlerinin tek tek söylenerek “Sizi öldürmeye geldik” denildiğini aktarıyor.
Ulucanlar katliamını yaşayan ve yaralı olarak kurtulan devrimci tutsaklarının mahkemedeki savunmalarında İsmet Kavaklıoğlu’nun işkenceyle öldürülmesi şöyle anlatılıyor:
“İsmet Kavaklıoğlu gözlerimizin önünde hamamda saatlerce işkence yapıldıktan sonra odunluğa sürüklendi ve slogan attığı için odunla kafası parçalandı. Odunluktaki hızar makinasıyla boğazı kesilerek katledildi. Öyle bir vahşet uygulandı ki iki gün boyunca tanınmaz hale getirilen cesedinden kimliği tespit edilemedi”
‘Kurtarılabilecek durumda olanlar da kan kaybından öldürüldü’
Katliamın yaşandığı gün, gün boyu yaşananlar yine bir başka devrimci tutsağın savunmasında şöyle yer buldu:
“(…) Katletmek için gelmişlerdi. ’20-30 kişiyi gözden çıkardık, çekinmeyin’ diye emirler aldıklarını telsiz konuşmalarından kulaklarımızla duyduk. Katledileceklerin isimlerini önceden tespit edip hazırladıkları listeleri gözlerimizle gördük. Listede isimleri olanlarımız tek tek işkenceli sorgulara alındı. Ayaklarımıza kafalarımıza kurşun sıkıldı, boğazımız kesildi, elektrik verilerek, gözlerimiz çıkartılarak hayalarımız burularak işkenceler yapıldı. Tam sekiz saat boyunca… Öğlen 11:00’dan akşam 19:00’a kadar. Ve bu işkenceler sonrasında bazı arkadaşlarımız hamamda öldürüldü. Hastaneye götürülmeyip orada bekletilenler, yaralarına müdahale edilse kurtarılabilecek durumda olanlar kan kaybından öldürüldü. Otopsi raporlarında vücutlarında kan tespit edilmeyen cesetler işte bunun kanıtıdır…”
‘Sayım vermiyorlar, kaçacaklar’ yalanı
Ulucanlar Cezaevi katliamı sırasında hapishanede bulunan Fatime Akalın, devletin sayım verilmediği ve kaçma girişimi gibi yalan ve manipülasyonlara giriştiğini ancak bunların doğru olmadığını ifade ediyor ve ekliyor:
“Sayım vermemize rağmen sayım almıyorlardı. Uzun süre bizi görüşlere çıkarmadılar. Kaçacağımız söylemi de doğru değildi. Çünkü katliamdan çok önce yaptıkları arama sırasın da kazdığımız tüneli bulmuşlardı. Bu nedenle bize dava açılmıştı. Bizde üstlendik zaten, bu söylenenler katliamı meşrulaştırmak içindi”
‘Kadınlardan ölü istemiyorum’
Akalın, katliam gecesini ise söyle anlatıyor:
“Ailelerimiz o gece cezaevi karşısındaki parkta gelişmeleri bekliyordu. İHD ve ÇHD avukatlarına ise cezaevi idaresi sorunu çözeceklerini söylüyorlarmış. Gece yarısı ilk önce ailelerimizi gözaltına almışlar. Sonra askerler içeriye girdi. Girdiklerinde direkt ateşli silahlarla müdahale ettiler. Erkekler koğuşuna önce Ankara İtfaiyesi’ni kullanarak köpük sıkıyorlar ve gaz atıyorlar. Koğuşta kalınmayacak duruma gelindiğinde tutsaklar dışarı çıkıyor. Dışarıya çıkarken askerler tarafında taranıyorlar. Erkekler koğuşunda çatışmalar belli bir seviyeye geldikten sonra kadınlar bölümüne geldiler. Silah seslerini duyuyorduk. Atılan gazlardan etkilenebilecek hasta arkadaşlarımız vardı. Onları korumaya çalışıyorduk. Bu saldırılara karşı bizde kapılara ranzaları yığmıştık ve ranza demirleriyle kendimizi korumaya çalışıyorduk. Ben ranzanın üstündeyken silahlı bir asker geldi. Silahını üzerimize doğrulttu. Ve arkasından gelen bir komutan kadınlardan ölü istemiyorum dedi. Ondan sonra o asker geri gitti”
‘Soyer Kahraman’ın ciğerlerine kurşun sıktılar, öldü diye ring aracına attılar’
Saldırıdan sonra erkeklerin hamama götürüldüğünü belirten Akalın, “Orada çok ağır işkenceler yapıldı. Derileri soyulmuştu. Hızarlarla biçildiler. Bacaklarına kollarına çiviler çakıldı. Soyer Kahraman’ın ciğerlerine kurşun sıkıyorlar. Öldü diye ring aracına atıyorlar. Ancak daha sonra yaşadığı ortaya çıktı. Bizimde her anımız şiddetti. Bizi görüş odasına götürdüler. Karşı çıkmamıza rağmen askerler tarafından çıplak aramaya maruz kaldık”
Katliam sonucunda Ümit Altıntaş, Abuzer Çat, Zafer Kırbıyık, Halil Türker, Habip Gül, İsmet Kavaklıoğlu, Önder Gençarslan, Aziz Dönmez, Ahmet Savran ve Mahir Emsalsiz katledildi; onlarca devrimci tutsak ise yaralandı.
Ulucanlar katliamının hemen ardından devlet, 19 Aralık katliamını gerçekleştirecek; insanları koğuşlarda diri diri yakacak, uzun süredir açlık grevinde olanlara zorla müdahalede bulunacak ve yüzlerce tutsakta geri dönüşü olmayan sağlık sorunlarının sebebi olacaktı.
Medya yalan kusuyor!
Devrimcilerin yok edilmeye çalışıldığı katliamların hepsinde resmi tarih aktarıcısı medya; katliamı ve ölümü aklamaya çalışıyor. Ulucanlar katliamının ardından da durum bundan farklı olmadı.
Katliamdan bir gün sonra, 27 Eylül’de Milliyet gazetesi “Cezaevleri karıştı” başlıklı haberle, tutsakların infaz koruma memurunu rehin aldığını ileri sürdü. Yaşanan acı, işkence ve katliamı ise elbette sayfalara taşınmamıştı.
Yine Güneri Cıvaoğlu, Milliyet’te katliamdan iki gün sonra, köşesinden hapishanelerde adalet olduğunu ileri sürerek şu satırları yazmıştı:
“(…) Hapishanelerdeki sol – sağ ve ayrılıkçı örgüt militanları da – belki – içeride, dışarıdan daha özgür. Çünkü… Dışarıda her an yakalanma korkusuyla ve arkadaşlarının kendileri yüzünden yakalanmaları kaygısıyla, bir bakıma ‘köstebek’ yaşamını sürdürürler. Oysa içeride böyle bir kaygı yok. (…) Koğuşlar – zaten yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor – birer okul. Şiddet örgütlerinin eğitim merkezleri. Dahası eylemlerin karargahı.”
Hürriyet gazetesinin 28 Eylül’deki manşeti ise yine katliama ilişkindi. “Günaydın savcı bey” başlığını kullanan gazete, “Ankara Merkez Ulucanlar Kapalı Cezaevi’nde ele geçen dokümanları gören Cezaevi Savcısı Mehmet Bozkurt, ‘bu nasıl iş, burası cezaevi değil hücre evi gibi’ sözleriyle şaşkınlığını dile getirdi” ifadelerini kullanarak, aslında yaşananları sayfalarına taşımamış; gazetenin yazarı Tufan Türenç de, hapishanelerin tutsakların egemenliğine geçtiğini ve ‘müdahalenin’ geciktiğini ima ederek adeta katliamı övmüştü.