Tavır Ocak 1999
Enver Gökçe 1920 yılında Erzincan’a bağlı Kemaliye İlçesi’nin Çit Köyü’nde doğdu. 10 yaşında geldiği Ankara, onun ölümüne kadar yaşadığı kent oldu aynı zamanda.
1929 yılında özel bir ilkokula başladı. 1935 ve 1936 yıllarında Cebeci Ortaokulu’na devam ettikten sonra Gazi Lisesi’nde okudu.
Şiir ve edebiyata olan ilgisi, ilkokul yıllarındaki öğretmeni Celalettin Tevfik Bey sayesinde açığa çıktı. Gökçe, kendi anlatımlarında; “Bu öğretmene karşı bana okuma sevgisi ve şiiri aşıladığı için saygım büyük olmuştur.” der.
Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde üniversite yaşamına ve bu sürelerde “Ülkü” adlı halkevi dergisinde çalışmaya başladı. Görevi düzeltmenlik ve dergi çıkarma tekniği üzerineydi. Şiirleri ilk olarak Ankara’da çıkan bir dergide yayınlandı. “Ülkü” dergisine sıkça uğrayan Ahmet Kutsi Tecer, yayımlanan şiiri beğenmediğini ve onun düzyazı yazması gerektiğini söylediğinde, Enver Gökçe, “Ben daha kötüsünü de yazarım” diye cevap verir.
Tecer’in kötü bulduğu şiir şöyledir:
Anamız birdir / aynı memeden emmişiz dostlar / kan kardeşiz, / Sizlere kanım kaynıyor. / Sizlerle beraber herk ettik toprağı / beraber yattık hapiste / Beraber teskere aldık /Daha da yatarız dostlarım daha da / Gün gelirse eğer / Halay çeker / Türkü söyler gibi yan yana / Mavzer mavzere verip de / Düşmana kurşun da atarız / Sizlere kanım kaynıyor / Yabancı değilsiniz bana.
Enver Gökçe bir taraftan dergi çıkarırken, diğer yandan şiir yazmaya ve şairlerle ilişkiler kurmaya çalışıyordu. Bir yanda meyhane kültürünü benimseyen Garipçiler diğer yanda, onun tabiriyle temiz halk yüzleri olan halk ozanları vardı.
Gökçe, aralarında, Aşık Veysel, Aşık Ali İzzet, Habip Karaaslan’ın da bulunduğu halk ozanlarıyla bir bir tanışıp ilgilenirken, içkiyi kültür haline getiren şairlerden uzak durdu.
1945’li yıllarda Garipçiler’in edebiyata egemen oldukları bir dönemde toplumcu akımı güçlendirmeye çalıştı. Gökçe ve arkadaşları “Ant” çevresinde, küçük bir topluluk da olsalar, devrimci sanat sorumluluğunu üstlendiler.
‘’1951 Tevkifatı’’
1948 yılında anti-faşist bir dernek kurdular. Çok geçmeden çalışmalardan rahatsız olan faşistler, derneğe saldırdı. Orada bulunanları dövüp kitapları yırtarak sokağa attılar. Dernek faaliyetini sürdüren Enver Gökçe ve arkadaşları, “komünizm propagandası yapmak” suçundan tutuklandı ve Ankara Hapishanesi’ne konuldu.
Hapisten çıktıktan sonra 1950 yılında, Yurtlar Müdürlüğü’nde çalışmaya başladı. İlk görevi Çarşı Kapı Öğrenci Yurdu’ndaydı. Çalışmaları beğenildiği için pek çok yurt kuruluşunda görev aldı.
Kısa bir süre sonra tutuklandı. Bu dönem, “1951 Tevkifatı” olarak tarihe geçecektir. Bu dönemde 168 kişi askeri mahkemelerde yargılanarak yıllar sürecek hapis cezalarına çarptırıldı. Enver Gökçe ve arkadaşları, işkenceli sorguların ardından, kendi savunmalarını kendileri yaptı.
Savunmasında “Marksizm”i benimsediğini söyleyen Gökçe, yedi yıl hapis ve sürgün cezası aldı.
Bu sürelerde pek çok hapishanede zor koşullarda yaşayan Enver Gökçe, son olarak elleri kelepçelenerek Adana Hapishanesi’ne getirildi. Burada yedi yıl kaldıktan sonra, Çorum’un Sungurlu Kasabası’na sürgün edildi.
İşsiz ve evsiz geçen yılların ardından, sürgünün bir kısmını Ankara’da geçirdi Enver Gökçe.
Enver Gökçe’nin zorlu dönemleri bunlarla sınırlı kalmaz. ‘60’lı yılların başında Adnan Menderes’e karşı yürütülen miting ve gösterilere katıldığı için tekrar tutuklandı ve istediği bir yere sürgün edildi. Enver Gökçe, doğduğu yeri, Erzincan’ı tercih etti. 27 Mayıs’tan sonra artık özgürdür.
‘’Zaman akar, zaman geçer / zaman zindan içinde’’
Hapislik ve sürgün dönemlerinde şiir yazmaya devam etti Gökçe.
“Zaman akar, zaman geçer / zaman zindan içinde” mısralarıyla başlayan 30 şiirlik bir destan (Yusuf ile Balaban) yazar. Hapishaneden dışarıya çıkarmayı başardığı bu destanın pek çok şiiri kaybolur. Bugün destandan yalnızca “Uy Kirpi Kız Kirpi”, “Bu Balaban’ın Dünyadan Göçtüğüdür” ve “Kirtim Kirt” şiirleri kalmıştır.
Enver Gökçe; Ahmed Arif, Ruhi Su gibi sanatçılarla da bir süre hapiste beraber kaldı. Destan şiirinin tamamını hapishanede okumuşlardır. Gökçe bu sırada Neruda’nın şiirlerinin çevirisini de yapmıştı. Neruda’yı çarpıcı ve büyük bir ozan, dünyayı ve insanları seven birisi olarak tanımlayan Gökçe, hayranlığını ifade etmiştir.
Bir süre İstanbul’a yerleşen Enver Gökçe, çevirilerine burada da devam eder. Meydan Larousse’ta çalışır; fakat, “sakıncalı” olduğu gerekçesiyle işten çıkarılır.
Enver Gökçe, binbir çileyle süren sanat yaşamıyla genç sanatçılara, iyi bir sanatçı olmaları için önce kendi halklarını sevmelerini, daha doğrusu bu halkın devrimcilerine bağlılık göstermelerini ve bütün bunları içtenlikle yapmalarını öğütlemektedir.
1951’deki tutukluluk sürecini yazmak, onun en büyük özlemlerindendir. Ancak yaşadığı zorlu hayat içinde yakalandığı hastalık, ona bu fırsatı vermedi.
19 Kasım 1981 yılında, Ankara Seyranbağları’nda bulunan bir huzurevinde öldü. Sessiz, sedasız… Yüreğini, şiirlerini ve kavgasını bize bırakarak.
Enver Gökçe’yi Anmak…
Enver Gökçe’yi anmak, bir baş kuru soğanı ekmeğine katık edenlerin gözleriyle dünyaya bakmak demektir. Dünyaya o gözlerle bakabilmek, ekmeğe, güle ve özgürlüğe yönelmektir. Özgürlüğe yönelmek, “bugüne vurmak, yarını kurmak” için bilgi, bilinç, düş ve öfke biriktirmektir. Birikim anlamaktır, incelemektir, sabırdır, özveridir. Birikim, hayata müdahaledir.
Hayat insandır, çevredir, dünyadır. Müdahale, hayat belirtisidir. Enver Gökçe’yi gerçekten anmak, onu anlayabilmektir. Şiirlerinde kurduğu düşü büyütmek, bugüne ve yarına bağlamaktır. Onu anlamak, özlediği dünyaya doğru yola çıkmaktır, o dünyayı bugünden inşa etmeye başlamaktır.
Onu anlamak, o dünyanın insanı gibi olabilmek, davranabilmektir. Yola çıkmak, insanlaşmaktır. Enver Gökçe bu yüzden, bizim için yalnızca bir şair değildir. Bir devrimcidir. Devrimci bir şairdir. O, bizim aydınlığımızdır.
O’nun kurduğu düşü büyütmek, gemileri limandan çıkartmak demektir.
Gemiler, limandan çıkmalı artık. Denizde su olmadığı için mi çıkamıyoruz?
Gemilerimiz mi eski? Gemileri limandan çıkaracak birikimimiz mi yok?
Hangisi?
Enver Gökçe gibi değerlerimizi anmanın en görkemli yolu, kurulacak yeni bir gelecek için sanatın dilini kullanarak ilerici-devrimci insani bir kültür birikimini bayrak edinen örgütlülükler kurmaktır. Bunun için ne Mevlana ne de teke tek dövüşçü mantığıyla hareket etmek gerekiyor. Anlatmak lazım.
Her yere değil, anlatılması gereken yere anlatmak lazım. Daha güzel bir dünyaya ihtiyacı olanlara anlatmak gerekiyor. Anlatmak lazım. Hayatı zindan edilenlere anlatmak gerekiyor. Bu aynı zamanda benliğimizi bulma mücadelesidir.
Burada, Eduardo Galeano’nun söylediklerini düşünmenin tam zamanıdır. “Benliğimizi bulmamız, eylemde ve mücadelede yatmaktadır. Kinimizi, engele meydan okuyarak ve karşı koyarak bileriz… Sınırları mızı bilmek, güçsüzlüğümüzün bilincine varmak değildir. Sınırlarımızın bilincinde olmak, sonuçta gerçekliğimizin bilincinde olmaktır… Yavaş yavaş uyuşturmak yerine sarsıp uyandıran, ölülerimizin cenazesini kaldırmak yerine onları ölümsüzleştiren, külleri savurmaktansa ateşi tutuşturmaktan yana olan edebiyat…” gerekli bize.
Egemenlerin toplu aptallaştırma (kitle iletişim) araçlarıyla kitleleri uyuşturdukları günümüzde, devrimci sosyalist bir sanat ve edebiyat hareketi yaratmalı öncelikle. Özgür olmayan bir toplumda özgürlüğün düşünü büyütmenin başka yolu yoktur. Enver Gökçe’lerimizi böyle ölümsüzleştirebiliriz.
Gerisi “Lafı-ı güzaf”tır.!